OSMANLI SONRASI ILIMLI İSLAM ALGISI

Ahmed Turgut ULUCAK

04-02-2012 07:56


Klâsik Osmanlı döneminde, tarikatlar şeklinde örgütlenmiş pek çok dini oluşumlar vardı. Ancak, bu kuruluşlar devletin güdümünde faaliyet göstermekteydiler. Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girmesi ile birlikte, devlet bu kuruluşlar üzerindeki otoritesini kaybetmeye başlamıştır. Böylece, tarikatlar, giderek devletin otoritesini sınırlayan roller üstlenmeye başlamışlardır. III. Selimle başlayan reformlar döneminde de, tarikatların devlet üzerindeki etkinliklerini azaltmak için bazı önlemler alınmak istenmiş ancak başarı sağlanamamıştır.

Yıl 1856. Günlerden 18 Şubat. Türkiye, tüm dünyaya Islahat Fermanını ilan eder. Öyle bir Ferman ki, Türkiye’nin toplumsal ve siyasi sistemini tepeden tırnağa değiştiren ve tümü de Avrupa ülkelerinden ilham, telkin ve dayatma suretiyle iktibas edilmiş düzenlemelerle dolu. Fermanın sadece başlıklarını görmek bile bir yığın ders çıkarmaya yeterli. Bakalım:

Din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün tebaanın can, mal ve namus masuniyeti vardır.

Fatih devrinden beri Gayr-ı Müslim cemaatlere verilmiş imtiyazlar ve ruhani muafiyetler devam edecektir.

Türkiye’deki dini cemaatlerin reisleri kayd-ı hayat şartıyla seçileceklerdir. Ancak bu reisler, seçildikten sonra devlete sadakat yemini edecekler. Bu dini reislere hazineden maaş bağlanacaktır.

Dini cemaatlere ait mektep, hastane, mezarlık gibi genel mekanların tamirleri engellenmeyecek, ancak yenilerinin yapılması izne tabi olacaktır.

Bütün mezhepler eşit şekilde dini serbestliklerden istifade edeceklerdir.

Hiç kimse din değiştirmeye mecbur edilemez.

Her din ve mezhepten vatandaşlar devlet memuru ve asker olabilecektir.

Azınlıklar, kendilerine okul açabilecektir.

Farklı din ve mezhepten olanların ticaret ve cinayet davalarını görecek yeni mahkemeler kurulacak ve yeni kanunlar çıkarılacaktır.

Gayrı Müslimlerin miras davaları, kendi kiliseleri bünyesindeki ruhani meclisler tarafından görülecektir.

Türkiye’deki hapishaneler, insan haklarına uygun hale getirilecektir.

Her türlü bedensel ceza, eziyet ve işkence yasaklanacaktır. İşkenceyi önlemek, yapanları cezalandırmak üzere Ceza Kanununda düzenleme yapılacaktır.

Yabancılar Türkiye’de mülk edinebileceklerdir.

İltizam usulü kaldırılacak, vergileri bizzat devlet toplayacaktır.

Memur maaşları düzenli ve devamlı ödenecektir.

Yolsuzlukla mücadele ile ilgili kanunlar ciddiyetle uygulanacak, memurlar bu maksatla izlenecektir.

Paranın değeri korunacak (enflasyon önlenecek), mali sistemi düzene koymak için Avrupai bankalar kurulacaktır.

Tarım ve ticaretin geliştirilmesi amacıyla yeni yollar inşa edilecektir.

Batı Kültürüne önem verilecek, Avrupa’nın eğitim sistemi, ilimleri ve sermayesinden istifade edilecektir.

Bu reformların hangilerinin Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına ilişkin bulunduğu, büyük çoğunluğu oluşturan hangilerinin ise Avrupa ülkelerinin “dayatma”ları olduğu kolayca tespit edilebilir.

Le Monde Gazetesi’nde cikan Guillaume Perrier imzalı Türkiye analizinde geçen bir iki cümleye dikkatinizi çekiyorum : Üçüncü Dünya Savaşı, Türkiye'den çıkabilir... Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor.

Osmanlı Devletinden böyle bir sosyal yapıyı devir alan Türkiye Cumhuriyeti, bu yapıyı değiştirerek teba-devlet  ilişkisini, yurttaş-devlet ilişkisine dönüştürmek  istemiştir. Osmanlı Devletinin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti de, Fransa, İtalya ve Almanya’daki  millileştirme politikalarından esinlenerek, ulusal sınırlar içindeki halkı birbiri ile kaynaştıracak ve entegre edecek bir millileştirme politikası uygulamıştır. Bir takım çevreler, Türkiye Cumhuriyetinin resmi dil olarak Türkçe’yi kabul etmesi varsayımından hareket ederek, bu milliyetçiliğin ırk esasına dayandığını ifade etmektedirler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bu millileştirme politikasının, 1946 yılında çok partili düzene geçene  kadar taviz verilmeden uygulandığını görmekteyiz. 1946 yılında çok partili sisteme geçince, siyasi partiler halkın bu hassasiyetinden yararlanarak iktidar olmak yarışına girdiler. Örneğin, 1947 yılında toplanan Halk Partisi’nin kurultayında; dinin manevi bir gıda olduğu, toplum hayatında bu gıdadan yararlanılması gerekliliği, ülkede dinler arasında İslâm aleyhine önemli bir eşitsizlik olduğu, bu uygulamaların maneviyattan yoksun bir gençliğin yetişmesine yol açtığı şeklinde eleştiriler ve okullara din dersleri koyulması gibi öneriler olmuştur.

Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir ilâhiyat fakültesi kurarak devlet denetiminde ilk din eğitimine başlamış, ilkokullarda da din dersleri seçmeli ders olarak ders programlarına almıştır(46). 1950 yılından sonra  iktidar partisi olan Demokrat Parti ise din konusunda, Halk Partisine göre daha çok ödün veren bir politika izlemiştir. Demokrat Parti’nin iktidarı zamanında da, yüksek İslâm enstitüleri, İmam hatip okulları ve Kuran kursları açılarak dine dayalı eğitim sistemi yaygınlaştırılmış, sınırlı da olsa toplumdaki dini oluşumlara tolerans gösterilmeye başlanmış, camilerde Türkçe ezan okunması zorunluluğuna son verilmiştir.

Böylece, 1950’den sonra Türkiye’ye örgütlü İslâmi akımlar hakim olmaya ve ülke siyasetinin gündemini bunlar da belirlemeye başlamıştır. Bu gelişmelere rağmen, 1946-1960 döneminde Türkiye’de siyaset yapan tüm siyasi partiler, devletin kültürel İslâm anlayışı ile örtüşen, lâik din politikasını benimseyen kuruluşlar olmuşturlar. Nakşibendi tarikatı Türkiye’de etkinliğini artırma ve devlet bürokrasisi içinde örgütlenme sürecine girdi. Bu dönemde, milliyetçi akımlar ile siyasal İslâm’ın yükselişinde, devletin solu bir tehdit olarak algılayan soğuk savaş dönemi politikası da etkili olmuştur.

Örneğin, 1960’dan sonraki askeri darbeler döneminde, sol karşısında milliyetçi akımları destekleyen bir politika izlenmiş ve hatta İslâmi akımlar ile milliyetçilik entegre edilerek bu cephe güçlendirilmek istenmiştir. Bu amaçla, “Türk-İslâm Sentezi” olarak adlandırılan bir ideoloji geliştirilerek, toplum manevi değerler şemsiyesi altında birleştirilmeğe çalışılmıştır. Cevdet Sunay’ın “Biz devletin kilit merkezine yerleştireceğimiz kişileri imam-hatip okullarında yetiştiriyoruz” sözleri, devletin bu politikanın ne kadar içinde olduğunun bir göstergesidir. Milliyetçilik algısını anlamak açısından nihalt atsızın oğluna bırakmış olduğu vasiyette dönemin ve günümüz mantığının tezahürü açısından bize bazı ipuçları vermektedir.

"Yağmur Oğlum, Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir de resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romanlar, yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Zazalar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler, Çingeneler, içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun." (N. Atsız)

Cemaatlerin, Dernek ve Vakıfların Din Anlayışları ve Ilımlı İslâm

STK’lar, İslâmî hareket iddiası taşımaktan feragat etmelidirler ya da gerçeklerle yüzleşmelidirler.

Demokratik platformlardan, insan hakları örgütlerinden, çıkar hesapları yapanlardan, bir beklenti içine girenlerin anlamsızlığa karşı duyarlılıklarını yitirme olmamalıdır… Ümmetin yüzyıllardır gafletinin acısını bundan sonraki nesillere yaşatma haklarının  olmadığını bildirmemiz gerekiyor. İçimizdeki fire odaklarına dikkat etmemiz lazım. Tepkilerimiz, anın yansıması değil her alanda elimizi güçlendirerek şuurlu bir şekilde ümmeti mihmandarlığa doğru  yönlendirecek sorumluluğu kuşanmamız gerekiyor.

Kendi istikballeri için hesap yapanların Allah’ın hesabını gözden geçirmeleri gerektiğini hatırlatmamız gerekiyor. Müslümanların marjinal bir tutum içinde değil, ümmeti ve insanlığı kuşatacak projeler üretmesi ve mazlumların hamisi olması gereken yeryüzünde ifsadı kendilerine ölçü kabul edenlere karşı ıslahı hatta takva temelli vahiy dönüşümüne hazırlık yapmaları gerekmektedir.

Muhafazakârlık

Var olan durumu koruma amacını güden düşünce tarzı. Toplumun değişmesine karşı direnç gösteren, toplumsal-kültürel değerlerin korunmasını savunan ,sağ kanat siyasi  ideolojisidir.Muhafazakârlığın, değişime karşı direniş olarak tanımlanması, özellikle değişim isteyen sol ideolojiler tarafından eleştirilir. Muhafazakârlık, bir sağ ideolojidir. Muhafazakârlığın var olan kazanımları ve değerleri korumak şeklinde bir yanı vardır.Bu açıdan bakıldığında, herkes, solcular dahil, istedikleri toplumsal düzen gerçekleştiğinde muhafazakârlaşabilirler. Nitekim Sovyetler Birliği'ndeki solcu rejime karşı olanlar (örneğin Troçkistler) bu rejimi muhafazakârlaşmakla suçladılar.

Muhafazakârlık, değişime tümüyle karşı değildir. Sadece devrimsel değişimlere, topyekün toplum planlarına karşıdır. Radikal, "seçkin" bir grup entellektüelin bir araya gelerek ,toplum düzenini bir anda değiştirecek devasa planlarını uygulamaya koymaları, muhafazakârlığa aykırıdır. Bu açıdan, muhafazakârlık çoğunluk yanlısıdır ve demokratik bir toplumun temel ideolojilerinden biri olduğu savunulur.

 Muhafazakârlık, akla şüpheyle yaklaşır. Kendi aklının sesini dinleyerek başka insanların hayatları üzerinde kalıcı bir etki yaratmaya çalışan düşünürleri eleştirir. Muhafazakârlara göre akıl; farklı sonuçlara varabilmektedir ve bireyin toplum üzerinde keyfi değişiklikler oluşturma isteklerine araç olmamalıdır. Muhafazakârlığı, sistemli bir düşünce olarak ilk savunan kişi, İngiliz filozof Edmund Burke olmuştur. Burke, Fransız Devrimi zamanında yaşamış, devrime karşıt bir düşünürdü.

O sırada İngiliz devlet adamları arasında Fransız Devrimi'nin İngiltere'ye yayılacağı endişesi yaygındı. Burke, devrimsel mücadeleye karşı, sistemli bir ideoloji oluşturarak, fikirsel alanda Fransız Devrimi'ne karşı bir mücadele başlattı. Muhafazakârlık ,İngiltere ve ABD gibi sanayileşmiş demokratik toplumlarda yayıldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu, Çin İmparatorluğu gibi gelenek ci ülkelerde de siyasi iktidarları etkiledi.

Yaşadığımız toplumda sağcılık ve muhafazakarlık İslami algı haline dönüştürüldü.Bir kısım Müslüman kendilerini bu anlam bütünlüğünde tanımladılar .Muhafazakarlık ,sahiplenmesi gereken toplumda dinin yaşama dönüşmesine saygı duyan toplum düşüncesi haline dönüştü.Özellikle milliyetçi muhafazakar söyleme sahip çıkanlar ,zaman içinde kendi tebalarını bu düşünce içinde şekillendirerek reaksiyoner olmayı değerleri korumak olarak algıladılar.

Malesef yaşadığımız coğrafyanın kahır ekseriyeti kendisini sağcı olarak tanımlamayı  özellikle ortaya koyarken ,bazı dini kavramların içini boşaltarak kendi söylemlerini meşrulaştırmak adına milliyetçi söylem ile ulusalcı bir çizgiyi sahiplenme ve onu koruma güdüsünü oluşturdu.Halkı Müslüman olan batı toplumlarında ,sağcı olmak ,muhafazakar olmak, solcu olmaya yeğlendi; çünkü solculuk İslam karşıtlığı idi sağcılık ise birazda daha ılımlı yaklaşıyordu.

CHP'nin tek partili baskıcı, istibdat döneminde demokrat parti geleneği, bu söylemi daha fazla öne çıkardı. Hatta zaman içinde bir dönemin azılı solcuları bile, komünist  tehlikeye karşı sağcıları ve dini kullanma alanını tercih ettiler,ne de olsa reel politik gözetilmeliydi. Tıpkı bugün olduğu gibi!Doğu toplumları, sosyalizm düşüncesi ile Baasçı rejimleri kerhen de olsa desteklerken, Batı toplumunda (Türkiye’de)ise sağcılık, Osmanlıcılık, milliyetçilik, muhafazakarlık adı altında daha kuşatıcı ve anlamlı bir algıya dönüştürüldü.

Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra dünyada tek süper güç haline gelen ABD, bu gücünü devam ettirebilmek, olası rakiplerinin siyasi ve ekonomik gelişmelerini denetim altında tutabilmek için “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak adlandırılan bir proje geliştirdi. Sanayileşmiş Batı ülkelerinin de desteklediği sanılan bu proje, dünya petrol rezervlerinin yüzde 69.9’a, doğalgaz rezervlerinin de yüzde 34’e sahip Ortadoğu bölgesinin ABD’nin güdümüne girmesini öngörmektedir.

“Ilımlı İslâm Modeli” de, bu projenin bölge ülkeleri için uygun gördüğü bir yönetim şeklidir. Orta çağdaki devlet modellerinin görüntü değiştirmesinden ibaret olan bu yönetim modeli, bölge ülkelerindeki etnik yapı ve inanç farklılığından kaynaklanan bölünmüşlüğün devamını sağlayacaktır. Bu model, bölünmüşlüğün yarattığı   örgüt liderlerinin yapılandıracağı, sözde bir demokrasi öngörmektedir. Türkiye, “Büyük Orta Doğu Projesi” içinde iki bakımdan stratejik bir öneme sahip bulunmaktadır.

Bunlardan ilki, Türkiye’nin  Ortadoğu’nun petrol ve doğalgaz kaynaklarına birkaç saat içinde müdahale edebilecek kadar yakın olması ve bunların ulaşım yollarını denetleyebilecek bir coğrafi noktada bulunmasıdır. İkincisi ise, Türkiye’nin lâik ve ulus esasına dayanan devlet yapısının Ortadoğu ülkelerine örnek teşkil etmesi, bu ülkeleri de böyle bir siyasi yapılanma arayışına sürükleyebilme olasılığıdır. Başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri bu iki nedenden ötürü, Lâik Türkiye Cumhuriyetini ılımlı İslâm modeli ile yönetilen bir devlete dönüştürmeyi arzulamaktadırlar.

Türkiye’nin AB üyelik sürecini de bu dönüşümün alt yapısını oluşturmak için kullanmak istemektedirler. Bölge için uygun görülen ılımlı İslâm modeli’nin, ABD ve müttefikleri bakımından bu bölgedeki petrol ve doğalgaz kaynaklarının kullanım süresi ile sınırlı bir yönetim modeli olduğu kanısındayız. Çünkü, ılımlı İslâm modeli, uzun dönemde radikal İslâmi akımları doğuracak ve bu gelişme de bölgenin bütününü Filistinleştirebilecektir. Bu ihtimali gören ABD ve yandaşları, kuzey Irakta İsrail ile stratejik ortaklık ilişkisi içinde olan bir Kürt devleti kurmaya ve böylece İsrail’in geleceğini güven altına almaya çalışıyorlar.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN