HAC İBADETİ VE BİZE KAZANDIRDIĞI HASLETLER -II-

Nihat GÜÇ

29-08-2023 23:00


İslam; barış ve selamet dinidir. Bunun en büyük göstergesi ve nişanesi Müslüman aleminin başkenti Mekke’i Mükerreme ve buraya her zaman akın eden Mü’minlerdir. Yılın her mevsiminde dünyanın her yerinden milyonlarca insan bu beldede bir araya gelmektedirler. Bu birliktelik kurban bayramında zirve yapmakla beraber yıl boyu devam etmektedir.

Kadınıyla erkeğiyle, genciyle ihtiyarıyla günlerce aynı mekanı paylaşırlar. Kale alınabilecek derecede ne bir hırsızlık olayı gerçekleşir, ne bir kavga vuku’a gelir, ne de bir sapkınlık ortaya çıkar. Mescid-i Haram’ın yanında sabahlayan ve saatlerce kendinden geçerek uyuyan sayısız insanın varlığını düşündüğümüzde hırsızlık olaylarının yok denecek kadar az olmasını ilahi taktirin dışında başka bir saikle açıklayamayız. Çünkü Yüce Allah; “Bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki” (Tin/3) şeklinde yemin etmektedir. Allah; yemin etmişe bu belde güvenlidir ya da bu belde güvenli olduğu için Yüce Allah bu beldeye yemin etmiştir. Her iki durumda da bu belde güvenli bir beldedir.

Buna rağmen kim, hangi hakla; Müslümanların elinden ve dilinden diğer insanların zarar gördüğünü iddia edebilir ki? Ha, Münafık ve Mülümanları lütfen birbirine karıştırmayın?

Her Müslüman bu mukaddes beldeyi ziyaret ve tavaf etmekle kendisine bir yol, bir istikamet çizerek Allah’a boyun eğer, ilahi emirlere teslim olur, Muhammed Mutafa (s.a.v.)’nın yolunda olduğunu deklare eder tüm cihana.

Bir Müslüman olarak her ibadetin sonunda olduğu gibi bu ibadetin sonunda da kendimize sormamız gereken önemli bir sorular vardır. Hangi amellerimizle gittik bu mukaddes beldeye, hangi kötülüklerle geri döndük? Ya da hangi kötülüklerle gittik, hangi iyiliklerle geri döndük? Hangi yanlışları bıraktık arkamızdan? Hangi ibadetlere daha fazla ilgi ve alaka gösterdik? Götürdüklerimiz mi daha çok veya getirdiklerimiz mi? Terk ettiklerimiz mi daha çok yeniden başladıklarımız mı? Kârda mıyız yoksa zararda mı? Hayatımızın bir dönüm noktasını oluşturdu mu bu hicret? Yeni bir viraja sevk ve idare etti mi bizi? Bir ömür devam ettiğimiz yoldan, yaptığımız yanlışlardan, süregelen kötülüklerden geri döndük mü?

Şirkin, nesneleri ilahlaştırmanın, putlara saygı duyma adına taştan mamul ucube varlıklar karşısında el pençe dikilmenin, zulmün kendisine faydası olmayan şahıslardan medet beklemenin, kan dökmenin, milliyetçiliğin, asabiyetçiliğin, ırkçılığın, kabiliyetçiliğin, her çeşit çirkefin, haksızlığın, hukuksuzluğun ve en önemlisi cahiliye çağının en karanlık zamanlarında Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v); bir ışık huzmesi görmek, diri diri toprağa gömülen kız çocuklara çare olmak, zalimin karşısında mazlumun yanında durmak, yürüyemeyene asa, yükü ağır olana destek olmak, köle-efendi diye ayrıştırılarak yolunu kaybetmiş insanlığa bir deva bulmak; ırkı, rengi, dili, mevkisi, kabilesi ne olursa olsun iman eden insanların tamamının kardeş olduğunu tüm dünyaya ilan etmek için Mekke’nin en zirvesine yani Hira Mağarasına çıktı. 

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sarp ve dik kayalıklara tırmanmasının, kuş uçmaz, kervan geçmez, suyu ve yeşilliği bulunmayan mekanlara çıkmasının asıl sebebi; düz alanda yolunu kaybetmiş, bataklığa saplanmış, kula kul olmaktan hoşlanan insanlara yol göstermek, insanlıktan çıkmış insanlığın elinden tutabilmekti. İnsanlığa yol, insana kılavuz olabilmekti amacı. Aşağı düşmüş, aşağılara yuvarlanmış, esfeli safiline uğramış insanlığı en yükseğe, olması gereken noktaya yani sırat-ı Mustakim’e çıkarmaktan başka bir amaca sahip değildi Hz. Muhammed (s.a.v.). Bütün mesaisini bunun için harcadı. Hacc ibadeti bu dediklerimize, hem de yerinde şahit olmanın, yeniden başlamanın, yeni şeyler üretmenin en güzel ifadesidir.

Hz. İbrahim (a.s.)’in; çocuklarını burada bırakmasının sebebi doğru yolu bulmaları için değil miydi? Biraz önce zikrettiğimiz ayeti kerimede; “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kabe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım)…" (İbrahim/37) demesi yolunu kaybetmemeleri adına olduğunu anlıyoruz. Kabe’de bulunmak, Müslümanlarla beraber yan yana, omuz omuza durmak, aynı istikamette tavaf yapmak, say’da yürümek, vakfelerde durmak ve aynı safta namaz kılmak doğru yolda olmanın en bariz ifadesidir. Ya da Ka’be’ye doğru namaz kılmak sırat-ı Mustakimde durmanın en bariz göstergesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ve yine Hz. Muhammed (s.a.v); nefis tezkiyesi yapmak, insanlığın kötü gidişatına dur demek, toplumsal sorunlara çözümler üretmek için inzivaya çekildiği Hira Mağarası, Mekke’nin en zirve noktalarından biridir. Hz. Muhammed (s.a.v.); en tepeden, en yüksekten, beşeri çabanın ulaşmasının mümkün olmadığı zirvelerden başlamıştır işe. 

Aynı durumu; 

Müşrikler tarafından hicrete maruz bırakıldığında Hz Ebu Bekir (r.a.) ile beraber gizlendiği Sevr Mağarasında da muşahade edebiliyoruz. Allah’a güvenmenin, Allah’tan istemenin, tevekkülün en bariz ifadesidir Sevr. “Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkar edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkar edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe/40) 

Sekine'nin ve huzurun indiği, görünmeyen ordularla muhafaza altına alındığı beldeleri yakından görmek ancak hacc ibadetiyle mümkün olmaktadır. Hemen her dağında, her ovasında, her taşında, her cadde ve her sokağında bir ayetin nüzulüne şahit olmak, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bir izine rastlamak hacc dışındaki diğer herhangi bir ibadetlerin verebileceği bir görsel şölen, bir iç doygunluk değildir.

Allah’ın Peygamberine ve yanındaki (Ebu Bekir)’e yardım ettiği Sevr mağarası da Mekke’nin doruk noktalarından birinde yer aldığını daha önce söyledik. Değil atlı süvarilerin bu noktaya kadar çıkmaları, yürüyerek çıkmanın bile çok zor ve meşakkatli bir bölgeden bahsediyoruz. Her babayiğidin harcı değildir bu dağa tırmanmak, bu mağaraya ulaşmak, bu mağarada günlerce saklanmak. 

Değil saatlerce bu mağaraya tırmanmak, bu bölgede sıcaktan mütevellit gün boyu dışarıya dahi çıkamazsınız. Dağı tırmanmak için gecenin bir vaktini beklemeniz, serinliği hissetmeniz, dolunayın her tarafı aydınlatmasına şahitlik etmeniz son derece gerekli ve önemli şartlardan bir kaçıdır. 

Sevr’in de Hira’nın da mağara dediklerine bile şahitler lazım. Kocaman taşların sırt sırta vererek oluşturdukları iki tarafı açık birer mağara… Saatler alan bir tırmanış. Dinlene dinlene, nefeslene nefeslene… Her iki mağara Ka’be’yi görmüyor olsa da Mekke’ye kuş bakışı hakim tepelerde yer aldığına şahit olmak dünyanın bulunmaz nimetlerinden biri olduğuna yemin edebilirsiniz. Gözü keskin bir insanın Mekke’ye girenleri ve Mekke’den çıkanları kestirebilecek bir nokta. 

Hz. Muhammed (s.a.v.) nübüvvete başlarken de Mekke’den çıkarken (Hicret) de yüksekten, en yüksekten yoluna devam ettiğine vakif olmak güzel bir duygu. Ancak hicret esnasında en değerli, hayatını ve tüm mal varlığını İslam’a adamış bir insanla, yani Ebu Bekir (r.a.) ile yürümüştür. Yol arkadaşı sağlam ve güvenilir olan bir insanın tırmanmayacağı bir dağ, aşmayacağı bir badire, sırtlamayacağı bir zorluk yoktur. Bu yönüyle haccı hacc yapan yanınızda bulunan arkadaşlarınızdır. Beraber yol aldığınız arkadaşlarınız, bu ibadetten azami derecede zevk almanıza da  işkence çekmenize de sebebiyet verebilirler.

Ölümüne savunduğunuz, bütün değerlerinizle kendinizi adadığınız, gerekirse uğruna tebdili mekan ettiğiniz kutsal davanız; beraber yürüdüğünüz, fikir teatisinde bulunduğunuz, el ele tutuştuğunuz ve yanınızdan ayırmadığınız insanların değeri ve ederi kadardır. Hatta yanınızdan ayırmadığınız insanların değeri, sizin değerimizin ana bileşkesidir.

O halde Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’e iman eden, O’nun yolundan giden Müslümanlara; alçak yerlerde bulunmak, düşük yollarda yürümek, olmadık işlerle uğraşmak, tümseklere takılmak; densiz, dengesiz ve değersiz kişilerle fikir teatisi yapmak, istişarelerde bulunmak ve yol yürümek yakışmaz. Kutsal davanın müntesipleri değerli olmak, değerli olanlarla değerli yollarda, değerli işler ve değerler için yürümek zorundadırlar. Çünkü değerler, değere mebnidir. Hacc ibadeti de önemli bir değerdir.

Değişim şart. 

Aynı gözlükle aynı nesneye bakmak farklı sonuçlar doğurmayabilir her zaman. Farklı sonuçlar için farklı gözlükler kullanmak, farklı mekanlar seçmek, farklı bakışlara sahip olmak, yeni yollar edinmek, alternatif arkadaşlar kazanmak gerek.

Hacc; buraya kadar gelen her insan için bir dönüm noktasıdır. Başka ibadetlere benzemeyen kendisine has bir yapısı vardır. Geçmişten günümüze dinamikliğini koruyan bir özelliğe sahiptir. Belli bir mekanda, belli bir zamana bağlı olarak ifa edilen ancak tüm dünyaya sirayet eden yegane ibadettir. Hacc, uzak yakın demeden dünyanın her yerinden aynı mekana, aynı zaman çizelgesinde, aynı amaçla toplanmayı gerekli kılar.

Hangi dilden, hangi ırktan, hangi renkten, hangi yaştan, hangi meslekten ve hangi ülkeden olursa olsun aynı inanca sahip insanları aynı şemsiye altında; ayırımları, makamları, diplomaları ortadan kaldırarak aynı hedef doğrultusunda bir araya getirebilen ibadettir hacc. Bu pencereden bakıldığı vakit hacc ibadeti; İslam dininin bozulmadığının ve kıyamete kadar tüm dünya insanlarına saadet vaat ettiğinin en bariz göstergesidir. İnsanların atası İbrahim (a.s.)’den bu güne aynı heyecan, aynı aşk ve aynı mekanda dur durak demeden devam eden bir ibadettir. 

İslam dininin milliyeti yoktur. İslam; ırkı, rengi, dili ne olursa olsun Yüce Allah’a teslim olanların dinidir. 

İslam; milliyet, kavmiyet ve cinsiyet üstü bir dindir. Allah’a iman eden, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğini kabul ederek ümmet bilincine sahip olan her ferdin ortak dinidir. Kur’an’ın bildirimine göre milliyetine bağlı yegane varlık; Şeytan ve Yahudilerdir. Kendi ırkını, kendi rengini, kendi milliyetini veya kendi dilini üstün görenler veya bu gibi süfli unsurlara üstünlük atfedenler ya Yahudileşmişlerdir ya da şeytanlaşmışlardır. 

İhrama bürünmüş, dünyanın her yerinden gelen, farklı renklerden insanların sergiledikleri ahenk görülmeye değerdir. Farklı dillerden yapılan dualara eşlik etmek, farklı renklerde akan gözyaşlarını izlemek tüm insanların yaratıcısı Yüce Allah’ın varlığını yanı başında hissetmenin en bariz göstergesidir. Renkleri, dilleri, kültürleri farklı insanlarla aynı ortamda bulunmak, aynı heyecanı hissetmek, aynı duyguları taşımak, aynı Rabbe yalvarmak, aynı kitabın emirlerini hem de aynı şekilde yerine getirmek, aynı Peygambere benzemeye çalışmak aynı hedefe odaklanmak İslam dininden başka bir dinin yapabileceği bir unsur değildir. “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum/22)

Kabe’yi tavaf etmek bir ömür, bir hayat, bir yaşam, bir insan gibidir. Büyük bir döngüdür. Akıl sır erdirilemeyen büyük bir devrimdir. Tavaf esnasında arkasına bakmadan yürür insan. Sürekli yürür. Yürümenin de ibadet olduğu tek mekan ve tek zamandır hacc. Dur durak demeden yürümek... Nefessiz kalıncaya kadar yürümek… Sadece namaz için soluklanır insan. Çünkü namaz soluklanmanın, yaptıklarını muhasebe etmenin ifadesidir. 

Evet, niyet ve istikamet. 

Niyet insandan istikamet Allah ve Rasulü (s.a.v)’nün çizdiği yönden. Hemen herşey saat ibresi yönünde işlerken tavaf yapan insanların dönüşü dünyanın gidişatına terstir. Dünya bir yana, tavafta yürüyen insanlar bir yana… Bütün bir dünya tersine yürüse bile sen Allah’ın emrettiği, Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v)'nın döndüğü gibi dön der... Bu istikametten şaşma... Yönünü değiştirme… 

Gece yürür, gündüz yürür, akşam yürür, sabah yürür insan, insanlık. Yakıcı güneşte yürür, ay ışığında yürür, lambaların ışığında yürür. Yağmurda yürür, rüzgarda yürür… Terliyken, sırılsıklam terleyinceye kadar yürür insan.

Yapılan her bir tavaf bir ömrü temsil eder. 

Dünyanın deveranının bir yerinde hayata iştirak eden insan yürümeye başlar, yeri ve zamanı geldiğinde, görevini tamamladığında metaf alanından ayrılır sessizce dünya arenasından ayrıldığı gibi...

Namaz ibadetinin Müslümanlara kazandırmak istediği önemli hasletlerden birini, ancak hacc ibadeti sayesinde kavrayabilme ve algılayabilme imkanına sahip olabiliriz. 

Namaz ve Hacc… Muhteşem ikili… Birbirini tamamlayan iki ana unsur… Biri olmayınca diğeri eksik kalan et ve kemik gibi…

Uzaktan uzağa yöneldiğimiz Kabe’nin yanı başında namaza durmak, endamına bakarak öylece donakalmak… Gün boyu kan ter içinde devam eden tavafa namaz ile ara vermek ve soluklanmak… Soluklanmanın namaz ile yapılması manidar değil mi? Bir ibadeti ancak başka bir ibadet kesebilir düşüncesinin en güzel ispatı.

Mescid-i Haram’da cemaatle namaz kılınırken her zaman olduğu gibi Kur’an’dan ayetlere kulaklar bir başka kabartılır. Ayetler bir başka duyulur burada, bir başka yükselir arşı alaya. Ayetler, tüm dünyaya bir başka ilan edilir buradan. “İşte bu (Kur’an) da, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilahi kitapları) tasdik eden ve şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır. Ahirete iman edenler, ona da inanırlar. Onlar namazlarını vaktinde kılarlar.” (En’am/92) Sabah, akşam ve yatsı namazlarında tilavetin cehri okunması da bu yüzdendir. Sayısız faydalara mebnidir bu uygulama. İmam okuyor ilahi nağmeleri, bütün dünya durup dinliyor. Düşünebiliyor musunuz, namaz yirmi dört saat durmadan devam eden tavafı bile durdurmakta… 

Her bir ilahi emrin hikmetine odaklandığımız vakit serdedilenlerin tamamının Yüce Allah tarafından dizayn edildiğine şahit olabilirsiniz. Yapılanların ilahi olduğunu anlayamayacak hiçbir gönül, kavrayamayacak hiçbir kalp yoktur. Uyum ve intibakın en mükemmel sahnelerinin canlandığı bir ortam…

O faydalardan bir tanesi de hangi ülkeden geldiklerine, hangi dili kullandıklarına, hangi ten rengine sahip olduklarına; kadın erkek, küçük büyük, emir memur, zengin fakir, okumuş veya cahil olduklarına bakılmaksızın imamın okuduğu ayetlere pür dikkat kesildiklerine şahit oluyorsunuz. 

Orada namaza duran tüm Mü’minlerin okunan ayetleri anladıklarını ve yorumlayabildiklerini farzedelim. Mesela okunan surelerden biri Kureyş suresi; “Kureyş’i ısındırıp alıştırdığı; onları kışın (Yemen’e) ve yazın (Şam’a) yaptıkları yolculuğa ısındırıp alıştırdığı için, Kureyş de, kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kabe’nin) Rabbine kulluk etsin.” (Kureyş/1-4) 

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Ka’be’nin yanıbaşında durmuş namaz kılarken yüksek sesle bu ilahi emirleri okuduğunu, Cahiliye dönemindeki tüm müşriklerin Ka’be’yi izlerlerken dinlediklerini getirin gözlerinizin önüne. Bu nidaları, bu ilanatı Allah’a iman eden ancak dünyevi iş ve işlemleri kendileri düzenlemek isteyen maddeperest Ebu Cehil de, Ümeyye b. Halef de, Ebu Leheb de ve diğer ileri gelen müşrikler de duymakta. Madem Allah’a iman ediyorsunuz, madem bu evin Allah’ın evi olduğunu kabul ediyorsunuz, madem bu ev sayesinde Fil ordusundan kurtuldunuz, madem bu evin sahibi tarafından doyuruluyorsunuz, o halde buyurun can-u gönülden bu evin Rabbine, bu evin Rabbinin istediği şekilde, istediği yerde, istediği ibadeti yerine etmeye.

Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!

Bizim açımızdan şimdiye kadar soyut olan tüm bu anlatımlar, uzakta olduğuna inanılan, başkalarını ilgilendirdiği düşünülen işte bu anlatımlar, evet, evet bu anlatımların tamamı, birdenbire somutlaştıklarına, canlandıklarına şahit olur insan. 

Allah, Kabe, ibadet ve insan… 

Değerli oluşun ifadesi. Değerlenmenin, değer kazanmanın bir başka versiyonu. 

Geçmişten bugüne başta Ebu Cehil olmak üzere hemen her insanın Ka’be’nin Allah’ın evi olduğunu inandığını biliriz. Bu konuda kimselerin itiraz ettiklerini duymuşluğumuz da yoktur. Ancak başka varlıkları ilah edinmiş kimi insan, ibadetin bu evin Rabbine yapılması konusunda şaşkınlık yaşadıklarını düşünebiliriz.

Mescid-i Haram’da namaz kılarlarken, imamın cehri okuduğu vakit namazlarında, Kureyş Suresini okuması tarifi imkansız manalara sebebiyet verdiğine şahit olduğunuzu getirin gözlerinizin önüne. Allah’ın evi tüm ihtişamıyla asırlara meydan okuyarak karşınızda duruyor. Karşısında el pençe divan duran insanlar ihramlarına bürünmüş, tam bir teslimiyetle saf saf dizilmiş, yek vücut ibadete sarılmışlar. Daha önceleri görmeden yöneldikleri Ka’be, şimdi elini uzatsalar dokunabilecek kadar yakın kendilerine... 

Allah’ın kulları olarak Allah’ın evinde, Allah’ın emriyle muhatap olmak. 

Orada bulunan herkese Yüce Allah; İşte bu ev benim evimdir, bu konuda var mı itirazı olan? Hiçbir itiraz sesi yükselmediğine göre o zaman; “Herkes bana ibadet etsin” nidası, insanlık adına, rahmet ve merhamet adına en ufak bir nüve taşıyan tüm yürekleri dağlayan bir davete dönüşmekte. 

“Kabe’nin Rabbine kulluk edin” emrini duyan insanların hissettiklerini anlatmaya kelimeler kifayet etmez… 

O yüzden Mekkeli Müşrikler Hz. Muhammed (s.a.v.)’i Ka’be’de namaz kılmaya mani oluyorlardı. Ya iman etmeleri gerekiyordu ki tüm yollar buraya çıkıyordu, ya da okunmakta olan bu ayetleri engellemeleri gerekiyordu. Onlar da namaza mani olmaya çalıştılar. “Gördün mü, bir kulu namaz kılarken engelleyeni?” (Alak/9-10)

Medeni cahiller; 

Eğer bugün yer yüzünde namaz kılanlara veya kılınan namazlara karışmıyorlarsa onların iyi niyetli olduklarını göstermez. Bilakis kılınan namazın bir çok fonksiyonunun elinden alındığını gösterir. 

Eğer namaz;

Yeniden namaz olarak kılınmaya başlanırsa, bilin ki medeni cahiller; çok daha şedit bir şekilde engellemeye kalkışırlar. Mekke dönemindeki müşrikler sadece birer cahil idiler, şimdikiler ise hem medeni hem de cahil.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN