Kitap tanıtımı: Rabbani Yol ve Sünnetullah

Siz kardeşlerimize tanıtmaya çalışacağımız kitap, Said Hakim’in (Mehmed Alagaş) “Rabbani Yol Ve Sünnetullah’’ adlı eseri. Elimizde, bu kitabın İnsan Yayınları tarafından 1997 yılında yapılmış yedinci baskısı var.

04-05-2009


Hikmet Ertürk
İslam ve Hayat

Siz kardeşlerimize tanıtmaya çalışacağımız kitap, Said Hakim’in (Mehmed Alagaş) “Rabbani Yol Ve Sünnetullah’’ adlı eseri. Elimizde, bu kitabın İnsan Yayınları tarafından 1997 yılında yapılmış yedinci baskısı var.

Mehmed Alagaş’ın kitaplarını takip eden kardeşlerimiz hatırlarlar ise, Alagaş’ın kitaplarının arka kapak mesajları çok ilgi çekici olurdu. Şahsen ben de, Alagaş’ın yeni kitabı çıktığında ilk olarak arka kapaktaki yazısını okurdum. Bu tanıtımıza başlarken de kitabımızın arka kapaktaki alıntısını iktibas ederek başlamayı tercih ettim.

"Toplumların akibetiyle ilgili Sünnetullah gerçeği kavrandığı zaman peygamberlerin gönderiliş gayesi daha iyi anlaşılacaktır. Bütün peygamberler kavimlerini İlahi hükümlerle Allah’a kulluğa davet etmişler ve bu daveti kabul etmezlerse Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti ile helak olacaklarını bildirmişlerdir. Dünya Müslümanları idrak ve iman etmelidir ki bu Sünnetullah kıyamete kadar yürürlükte olacak ve kıyamet bu Sünnetullah’ın bir tecellisi olarak kopacaktır. Dünya Müslümanlarına düşen görev ne oturup kıyameti beklemek ve ne de gayri İslami yollarla devletleri ele geçirmeye çalışmaktır. Haktan ve hakikatten habersiz olan insanları, toplumları, devletleri gizli faaliyetlerle helak etmeye çalışmak, müslümanlara emredilen Rabbani bir davranış değildir. İlahi davete muhtaç olan insanlar öncelikle apaçık ayetlerle cennete davet edilecekler, bu daveti reddettikleri ve küfürlerinde ısrar ettikleri zaman cehenneme terk edileceklerdir. Bizler yaşadığımız coğrafyadaki insanları apaçık ayetlerle cennete davet etmedik ki, bu insanları tekfir ederek veya öldürmeye çalışarak cehenneme terk edelim!.."

Said Hakim kitabımızın önsöz kısmında; İslami sınırlar içersindeki bütün meselelerin, bütün görüşlerin, bütün hakikatlerin yazılmasının, okunmasının ve konuşulmasının kabul edilemeyeceği vurgusunu işlemektedir.

‘’Halkında müslüman olan ülkelerdeki basın-yayın organları vasıtasıyla piyasaya sürülen kitapları ve bu kitapların müslümanlar üzerindeki etkilerini incelediğimiz zaman, müsbet veya menfi birçok sonuçlarla karşılaşmaktayız. Menfi olarak nitelendirdiğimiz durum, bu ülkelerdeki müslümanların okumayı, yazmayı ve konuşmayı bir alışkanlık haline getirmeleri ve sadece bununla yetinmeleridir.

Yazmak, okumak ve konuşmak!

"Lafla peynir gemisi yürümez" ifadesini esas alarak yazmakla, okumakla veya konuşmakla hiçbir noktaya varılamaz iddiasını elbette ki savunamayız. Yazmanın, okumanın veya konuşmanın İslami çalışmalarda mutlaka önemli bir yeri vardır. Resulullah (s.a.v.)'in İslam'ı beyan etmek için yaptığı konuşmaları ve Alak Suresinde zikredilen; "Oku, senin Rabbin en büyük kerem sahibidir ki O kalemle öğretendir" buyruğu, bizlere okumanın, yazmanın ve konuşmanın önemini bildirmektedir.

Ancak teşvik edildiğimiz bu okuma, bu yazma ve bu konuşma nedir?

İslami bir gereklilik olarak neler okunacak, neler yazılacak ve neler konuşulacaktır?

"İslami sınırlar içersindeki bütün meseleler, bütün görüşler, bütün hakikatler yazılacak, okunacak ve konuşulacaktır." şeklindeki bir cevap, bizlerin kabul edebileceği bir cevap değildir. Çünkü bu cevap esas alınarak yapılan ve yapılacak olan bütün kültür çalışmaları, müslümanları isteyerek veya istemeyerek entelektüalizm bataklığına sürükleyecektir. Rabbani bir bilinçle ve maksatlı olarak yürütülmeyen bu çalışmalar, müslümanları yazma, okuma ve konuşma duvarları arasına hapsedecektir. Teori ve pratik arasında aşılması mümkün olmayan boşluklar belirecek, müslümanlar pratiğe geçiremedikleri ve geçiremeyecekleri teorik bilgiler arasında boğulacaklardır. Mesela elimizde bir yemek kitabı olsa ve çevremizdeki insanlara elimizdeki kitaptan bazı yemek tarifleri vermek istesek, bu tarifi gelişi güzel vermeyiz, veremeyiz. Biliriz ki o ülkede et yoksa etli yemek tarifini vermemizin de bir anlamı yoktur. Şayet bu hususa dikkat etmeden yemek kitabında zikredilen yemek tariflerini gelişi güzel verirsek, insanlar bunu bilgi olarak alacaklar fakat pratiğe geçiremedikleri bu bilgilerden faydalanamayacaklardır.

Basit bir örnek vererek açıklamaya çalıştığımız bu yanlış yaklaşım, Kur'an'ı Kerime yönelen bazı kimselerde de bulunmaktadır. Bu kimseler Kur'an'ı Kerime yönelmekteler ve karşılaştıkları Rabbani hükümlerin kimleri, ne zaman ve ne şekilde mükellef tuttuğunu dikkate almadan, bu hükümleri gelişi güzel gündeme getirmektedirler.

Kendilerine 'Ulema' denilen kimselerin büyük bir kısmı ise "İctihat etmiş oluruz!" korkusuyla, bulunduğumuz duruma kesin ve açık olarak hitap eden muhkem ayetleri bile zikretmekten çekinmektedirler. Nakilciliği esas alan bu kimseler Rabbimizin koruması altında bulunan muhkem ayetleri nakletmek yerine, geçmiş fakihlere nisbet edilen ve tahrif edilip-edilmediğini bilmediğimiz bazı görüşleri nakletmeyi daha güvenilir kabul etmektedirler!. Oysaki herhangi bir müctehide nisbet edilen görüşü savunacakları zaman, bu görüşe ilişkin mesnetleri bilmeleri ve söz konusu görüşü bu delillerle birlikte savunmaları gerekmektedir. Fıkhi bir kural olan bu esasa dikkat etmedikleri sürece İlahi kitapları tahrif eden ve tahrif etmek isteyen şeytan ve dostlarının bu şeytani maksatlarına maşalık etmeye devam edeceklerdir.

Belli tefsirler ve fıkıh kitapları arasında boğulan ve içinde bulunduğumuz çağa uzak kalan bu kimseler, yaşadığımız çağa hitap eden Kur'an'ı Kerim'i sadece geçmiş müfessirlerin tefsirleri çerçevesinde anlamaya çalışmaktadırlar. Elbetteki bu tefsirlere müracaat edilecek ve elbetteki bu tefsirlerden faydalanılacaktır. Ancak bilinmesi gerekir ki hiçbir tefsir evrensel değildir. Evrensel olan sadece Kuranı Kerim’dir. Birçok değerli müfessir evrensel olan İlahi mesajı, Resulullah (s.a.v.)'den ve ashab-ı kiramdan ulaşan sahih rivayetleri dikkate alarak yaşadıkları çağın anlayışına, ihtiyacına ve durumuna göre tefsir etmişlerdir. Bulunduğumuz çağa hitap eden Kur'an'ı Kerim ayetlerini okuduktan sonra okudukları evrensel mesajı tefekkür etmeden müfessitiere yönelen bu kimseler; Kur'an'i Kerim'i değil, bu Kur'an'i Kerim'den geçmiş müfessirlerin ne anladıklarını anlamaya çalışmaktadırlar. Tabi ki bu anlayış günümüze ve yaşadığımız olaylara uzanabilecek ve bu olaylara karşı tavır belirleyebilecek bir anlayış değildir. Bu anlayışa sahip kimseler nedenlerini bilmedikleri olayların sadece sonuçlarına bakmaktalar ve gözlemledikleri hu sonuçları geleneksel bir hükümle yargılayarak, sorunları hallettikleri zehabına kapılmaktadırlar. Oysaki bu çağdaş sorgunların çağdaş nedenleri yaşadıkça, bu nedenlerden kaynaklanan sorunlar da yaşayacaktır.

Değişik ülkelerde ve farklı konumlarda bulunan müelliflerin eserlerini tercüme eden bazı kimselerde de aynı dikkatsizlik görülmektedir. Bu kimseler de söz konusu görüşleri ve eserleri, muhatap aldıkları müslümanların içinde bulunduğu farklı konumu dikkate almadan şabloncu bir zihniyetle adapte etmeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki değişik ülkelerdeki müelliflerin eserleri, bulundukları konumdan haraketle ümmete açılan ve ümmete uzanan bir mahiyet göstermektedir. Benzer konumları içeren veya ümmetin ortak sorunlarına değinen eserler elbette ki ilgi sahamızdadır. Ancak bilinmelidir ki bazı bölge müslümanları için çok önemli ve uygulanabilir olan görüşler, başka bölgelerdeki müslümanlar için aynı öneme haiz değildir. İçinde bulunulan şartlar ve müslümanların yapısı dikkate alınarak beyan edilen görüşler, belirlenen tavırlar ve tespit edilen çalışma programları, sadece ve sadece bu bölgedeki veya aynı konumda yaşayan diğer bölge müslümanlarını bağlayıcı bir nitelik arz eder.

Durum böyle iken bazı çalışmalarımızın kitap halinde yayınlanmasını neden istedik?

Ve bu kitap çalışmasında, yukarıda belirttiğimiz yanılgılardan ne derece içtinap edebildik?

Bu soruya uzun ve cazip ifadelerle cevap vermemize gerek yoktur. Şu bir gerçektir ki bu çalışmalar kütüphane raflarını doldurması için değil, ortak meselelerimizi anlamamız, bu meselelerdeki Rabbani hükümleri idrak ederek bir nebze uyanmamız ve çevremizdeki insanları da uyarmamız için kitap haline getirilmiştir. Ayrıca şu hususu da önemle belirtmek isteriz ki, bu kitap çerçevesinde verilen birçok mesele sadece Türkiye'de bulunan müslümanları değil, dünyadaki bütün müslümanları yakından ilgilendiren meselelerdir.

Umud ve dua ediyoruz ki, bu meseleler Allah'ın lutfu ile dünya müslümanlarının gündemine girebilecek ve bu meselelerdeki İlahi hükümler tüm dünyada yankılanabilecektir.

Ve yine Allah'ın lutfu ile İlahi kanun olan Sünnetullah gerçeği dünya müslümanlarınca idrak edilebilecek, yapılan ve yapılacak olan islami çalışmalara bu Sünnetullah'ın ışığında yön verilerek nihai helak olan kıyamet, toplumların helakiyle ilgili olan bu Sünnetullah'ın bir tecellisi olarak kopacaktır.

Elbetteki bu bir kehanet değil, Sünnetullah ile ilgili bölümlerde açıklayacağımız gibi Kuranı Kerim'in apaçık bir buyruğudur..

Nasıl bir yolda, ne zaman, nasıl bir kişilikle, ne yapılacaktır? Sorularının Sünnetullah gerçeğine göre incelendiği bu kitap çalışmasında, gündeme getirilen meseleler ve bu meselelerde beyan edilen görüşler birbirleriyle bağlantılı olduğu için, bu meselelerin ve görüşlerin kitabın bütünlüğü dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir.’’

 

Yazar kitabımızın ‘’Çarpık yollar’’ başlığı altında Çarpık yollar ve bu yolların ortaya çıkış nedenlerinin, vahdeti engelleyen marazlarla ilgili bir hadise olduğunu ve bazı islami motifler taşımalarına rağmen İslam'ın özünden uzak birçok grubun, İslam'ı değil, kendilerine özgü bir yolu takip ettiklerini vurgulamaktadır.

‘’İslam'a gönül veren ve teslim olan müslümanlar, bu dinin kendilerine yüklediği bazı sorumlulukları idrak etmektedirler. İslam'a teslim olan bir müslümanın nefsine karşı, ailesine karşı, çevresindeki insanlara karşı ve içinde bulunduğu topluma karşı sorumlulukları vardır. Nefsine ve ailesine karşı olan sorumluluklarını güçleri nispetince yerine getirmeye çalışan müslümanlar, içinde bulundukları topluma karşı sorumlulukları yerine getirebilmek için bir cemaate veya bir gruba gerek duymaktadırlar. Çünkü söz konusu sorumluluk, müslümanların ortak çalışmaları ile yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur. Nitekim bu sorumluluğun idrakinde olan müslümanlar, sahip oldukları ölçülere göre islam dairesinde gördükleri çeşitli guruplardan herhangi birisine dahil olmaktalar ve bu gruptaki çalışmaları ile İslami sorumluluklarını yerine getirdiklerine inanmaktadırlar.

Bu grup seçimi, çoğu zaman kişinin istek ve kontrolü dışında vuku bulmaktadır. Çünkü bu kişi herhangi bir gruba talip olmadan önce, o grubun davetçileri bu kişiye talip olmakta ve Rabbani bir ölçüye sahip olmayan bu insanı, fazla zorlamadan kendi gruplarına dahil edebilmektedirler. Yeni girdiği grupta bir takım değer ölçüleriyle karşılaşan bu insan, karşılaştığı değer ölçülerini tetkik ve tahkik etme durumunda olmadığı için bu ölçülere sahip çıkmaktadır. İçinde bulundukları grubu, bu grubun değer ölçülerine göre değerlendiren insanlar elbetteki bu grubu hak bir grup olarak göreceklerdir.

Dâhil oldukları gruptaki değer ölçüsüyle bu grubu hak bir grup olarak kabul eden insanlar, aynı değer ölçüsüyle diğer grupları değerlendirdiklerinde ise; diğer grupları sapıklıkla, yanlışa düşmekle veya eksiklikle itham edebilmektedirler. Oysaki sapıklıkla veya yanlışa düşmekle itham ettikleri bu gruplar da, sahip oldukları değer ölçüsüne göre kendilerini hakta sanmaktalar ve kendilerini sapıklıkla itham edenleri, aynı şekilde sapıklıkla itham etmektedirler.

Aynı dine talip olduklarını iddia etmelerine rağmen değişik yollarda ve farklı tavırlarda bulunan bu insanlardan ortak bir ses yükselmektedir.,

"Birlik olmamız ve Allah'ın ipine topluca sarılmamız gerekmektedir."

Samimi olduğuna hüsnüzan ettiğimiz bu dileklerin geçekleşmesi için, şu iki esasın gün yüzüne çıkarılması ve net bir şekilde ortaya konulması zorunludur. Birinci esas, birlik ve bütünlüğü bozan parçalayıcı unsurların tespit ve izale edilmesi; ikinci esas ise vahdetin sağlanabileceği yegâne zemin olan tevhidi yolun, Kur’an ve Sünnet bütünlüğünde tespit ve tasdik edilmesidir.

Öncelikle birlik ve bütünlüğü bozan unsurlar üzerinde durmamız gerekmektedir. Bu konuda belirteceğimiz marazları herkesin kabul etmeyeceği, kabul etseler dahi bu marazlardan içtinap etmeyecekleri aşikârdır. Ne var ki bu durum, vahdeti arzulayan müslümanları umutsuzluğa sevk etmemelidir. Hak yolda vahdet, hiçbir zaman ve hiçbir konumda kitlesel olarak gerçekleşmemiştir. Vahdeti samimi bir şekilde arzulayan müslümanların üzerine düşen sorumluluk, vahdeti engelleyen marazlardan öncelikle kendilerinin içtinap etmeleridir. Bu esaslara dikkat edildiği zaman, vahdeti arzulayan samimi müslümanlar arasında Rabbimizin lütfü ile vahdet gerçekleşebilecek ve hak yolda vahdeti gerçekleştirebilen bu cemaat halka halka genişleyerek, diğer müslümanları da kuşatabilecektir.

Çarpık yollar ve bu yolların ortaya çıkış nedenleri, vahdeti engelleyen marazlarla ilgili bir hadisedir. Bazı islami motifler taşımalarına rağmen İslam'ın özünden uzak birçok grup, İslam'a değil, kendilerine özgü bir yol takip etmektedirler. Bu gruplardan birçoğu Rabbani tenkit ve eleştiriye kendilerini kapatmış durumdadırlar. Bu tavrın hüsnü zanla değerlendirilmesi ise ne yazık ki mümkün değildir. Madem hak üzere olduklarını iddia ediyorlar, içinde bulundukları hakkı rahatça savunmaları ve her Rabbani eleştiriye açık olmaları gerekmez mi?. Oysa iddia ettikleri gibi Resulullah (s.a.v.)'i gerçekten tanıyıp örnek alıyorlarsa, hak sözlere karşı açık davranmaları gerektiğini de anlayacaklardır.

Vahdetin gündeme geldiği konuşmalarda sık sık sorulan; "Hangi esasta birleşilmesi gerekir?" sorusuna, her grup aynı cevabı vermektedir.,

"Kur'an ve Sünnet."

Bu yüzeysel cevabı veren gruplar, bu cevaba muhalif yaşamadıklarını ispat edebilmek için Kur'an'ı Kerim'e yönelmekteler ve 6236 ayet olan Kur'an'ı Kerim'den kendi durumlarını destekleyen ayet-i kerimeleri büyük bir maharetle çıkararak, delil olarak öne sürmektedirler.

Bu nasıl bir Kur'an anlayışıdır ki,

Aynı konumda bulunan ve aynı soruyla kendisine yönelen insanlara ayrı ayrı yollar bildirmektedir?

Bu yaklaşım,

Kur'an'a nasıl bir yaklaşımdır ki,

Bir vücut gibi bütünleşmeleri gereken müslümanları, birbirinden ayrı ve birbirine düşman etmektedir?

Oysa bu yüce Kitap,

Mekke gibi bir cahiliyede Allah'a kul olmak isteyen müslümanlar birbirinden ayrılmaz bir bütün haline getirmiştir.

Kur'an'ı Kerim, aynı Kur'an'ı Kerim'dir.

Bu yüce Kitap'ta muhatap olduğumuz İlahi vahyin sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c)'dır.

Fakat ne yazıktır ki zamanımızdaki birçok müslümanın Kur'an ve Sünnete yaklaşmaları değişmiş, bu çarpık yaklaşımların neticesinde birbirinden farklı ve birbirine muhalif gruplar ortaya çıkmıştır. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de zikredilen geçmiş ümmetlerin sapıklığa ve helaka düşme nedenleri de aynı marazlardan kaynaklanmaktadır.

Bu marazların en belirgini, İlahi Kitab'ın tahrif edilmesidir. Bir toplumu sapıklığa ve helaka götüren bu cahili yaklaşımlar, Kur'an'ı Kerim'de şöyle zikretmektedir.,

Ki onlar Kur'an'ı parçalara ayırırlar (Bir kısmına inanıp, diğer kısmına inanmazlar). 15-Hicr 91

Allah'ın indirdiği kitaptan birşeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla az bir değeri satın alanlar onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah da kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azapta vardır. 2-Bakara 174

Onlardan zulme sapanlar, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular... 7-A'raf 16

Ve peygamber dedi ki: "Rabbim, gerçekten benim kavmim bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar." 25-Furkan 30

Bir toplumu parçalanmaya götüren bu cahili tavırların hepsini, yaşadığımız çağda görmekteyiz. Kur'an'ı Kerim'i sayfa ve satırlarda tahrif edemeyen şeytan ve dostları, bu tahrifatları zihin ve yaklaşımlarda yapmışlar ve dolaylı yollarla insanları istedikleri vadiye sürüklemişlerdir. Nitekim farklı yol ve tavırlarla ortaya çıkan birçok gruplaşmanın kökeninde bu tahrifat bulunmaktadır.

Bir grup vardır,

Bu grubun Allah'ın kitabı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Karşılaştıkları meselelerde kendi akılları ve zanları ile bir yol tuttururlar ve kendilerini doğru yolda zannederler.

Bir grup vardır,

Bu gruptaki insanlar, kendi çıkar ve menfaatları için Allah'ın hükmünü tevil ve tahrif ederek değiştirirler. İnsanlara; "Allah böyle yapmanızı istemektedir" diyerek, bu insanları sapık ve karanlık yollara davet ederler.

Bir grup vardır,

Bu gruba, cahili otoriteler tarafından Allah'ın dini adına konuşma yetkisi verilmiştir. Aynı cahiliye, bu din adamlarına; "Şu esaslar anlatılacak, bunlar ise anlatılmayacak." diyerek, bir konuşma hududu belirlemiştir. Cahiliyenin bu yaklaşımı, kendi mantığına göre doğal ve makul bir yaklaşımdır. Çünkü cahiliye mensupları bilmektedir ki, anlatılmasını ve açıklanmasını yasakladıkları hususlar, kendi bütünlüklerini

parçalayıcı bir nitelik arz etmektedir. İşte Allah'ın dini adına konuşan ancak Allah'a karşı değil, bağlı bulundukları cahiliyeye karşı sorumlu olan din adamları, belli bir ücret karşılığı cahiliyeye itaat etmekte ve Allah'ın hükmünü gizlemek tedirler.

Diğer birçok grup ise,

Kitab'ı, Allah'ın Kitab'ı bilmekteler fakat bu Kitab'ı bir bütün olarak ele almamaktadırlar. Daha açık bir ifadeyle, Allah'ın Kitab'ında gördükleri hüküm ve tavırlardan; nefs, heva ve sosyal konumlarına uygun olanları almaktalar ve bu hükümlere ihlâsla sarılmaktadırlar. Tabi ki her grubun ihya etmek istedikleri hükümler aynı olmamakta ve dolayısıyla değişik gruplaşmalar ortaya çıkmaktadır.

Kur'an'ı Kerim'i peyderpey indiren Allah(c.c), bulundukları konum ve seviyeye göre müslümanlara değişik yükümlülükler getirmiştir. İslami hareketle ilgili bu toplumsal tavırların hepsi, Kur'an'ı Kerim'in bütünlüğü içerisinde zikredilmektedir. Cahiliyede yaşayan bir müslüman, konum ve durumunu göz önünde bulundurmadan bu toplumsal tavırlara yaklaşır ve amel etmeye çalışırsa; Kufan'i sınırlar içerisinde ancak Kur'an'da beyan edilen hareket metodundan uzak bir vadiye düşmüş olur.

Kur'an'ı Kerim'in bütününe muhatabız ve Kur'an'ı Kerim'de zikredilen ferdi ibadetlerin hepsiyle mükellefiz.

Ancak,

İlayı Kelimetullah uğrunda bir çalışma yapılması isteniyorsa, Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen hareket metodunun mahiyeti net ve açık bir şekilde kavranılmalıdır. Bu yapılmadığı sürece birbirinden farklı ve değişik gruplaşmalar devam edecektir.

Çarpık yolların ortaya çıkışındaki diğer önemli etken ise cahili değer ölçüsünün, müslümanlar tarafından benimsenmesidir. Cahili sistemdeki eğitim ve kültür faaliyetlerinden etkilenen müslümanlar bilerek veya bilmeyerek bazı cahili değer ölçülerine sahip olabilmektedirler. Cahili değer ölçüsüne sahip olan müslümanlar, karşılaştıkları Rabbani hükümleri cahili değer ölçüsüne göre değerlendireceklerinden, Rabbani gerçeği kavrayamayacaklar ve neticede Rabbani bir tavır gösteremeyeceklerdir. Müslümanların birçok Rabbani gerçek karşısındaki şaşkın ve muğlâk davranışları, bu cahili yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır.

Mesela cahiliyenin, kuvvet ve güç konusunda bir değer ölçüsü vardır. Cahili mantığa göre tespit edilen bu değer ölçüsünü benimseyen müslümanlar, bu değer ölçüsüne göre cahiliyeyi güçlü, kendilerini ise güçsüz kabul edeceklerdir. Çünkü bu değer ölçüsünde Allah'ın kudreti ve yardımı hiç dikkate alınmamakta, sadece para, silah, mal, makam ve asker gibi yaratılmış nesnelere itibar edilmektedir. Cahili sistemler tarafından empoze edilen bu değer ölçüsünü benimseyen kimselerin sapmamaları ve kendilerine tabi olan inşaları da saptırmamaları mümkün değildir. Kendilerine hoca, alim, lider denilen birçok kimsenin içinde bulunduğu sapıklık, Rabbani bir dava için cahili değer ölçülerine göre güçlenmeye çalışmalarından kaynaklanmaktadır.

Cahili değer ölçüsüne göre belirlenen güç ve kuvvet anlayışını bilerek veya bilmeyerek kabullenen birçok grup, bu kabullenme ile tevhidi yoldan sapmışlardır. Çünkü İslam'ı hakim kılmak için güçlenmeyi kaçınılmaz gören bu kimseler, benimsedikleri cahili değer ölçüsüne göre güçlenmeye çalışmaktalar ve bu nedenle tağuti kurum ve makamlara, kapitalist ekonomiye ve keyfiyetsiz insan kalabalıklarına talip olmaktadırlar. Tabi ki bu cahili hedeflere varabilmek için kaçınılmaz olarak cahili yol ve yöntemlere başvurulmakta ve niyetleri İslam olan birçok müslümanın mal ve mesaisi bu gibi gayri İslami yollarda kullanılmaktadır.

Peki,

Gayri İslami yollarda bulunmalarına rağmen İslami niyet taşıyan bu insanların durumu nedir?

Sahip oldukları niyet, bu insanları kurtaracak mı?

Bu soruyu cevaplayabilmemiz için İslam'da niyetin yerini ve hangi durumlarda müessir olduğunu, "Niyet" başlığında açmamız ve açıklamamız gerekecektir.

NİYET

Niyet, yapılan herhangi bir eylemde kastedilen şey, gözetilen maksat, gaye, murat anlamına gelen kalbi bir yöneliştir. İslam'da niyetin önemi, işlenen ameller üzerindeki tesirinden kaynaklanmaktadır. Takvaya ait bir amel, bozuk bir niyet ile işlendiği zaman isyana dönüşebilmektedir. Namaz, oruç, zekât, hac, cihad ve ilim öğrenmek gibi Rabbani eylemleri yerine getiren bir insan, bu eylemleri Rabbani bir niyetle yapmıyorsa, işlediği bu amellerin kendisine herhangi bir faydası yoktur. Resulullah (s.a.v.)'in yanında ve onunla birlikte savaşmak gibi yüce bir eylemi yerine getirmesine rağmen, niyeti Medine'deki hurmalıklarını korumak olan kişinin öldürülüp cehenneme yuvarlanması bu hususa açık bir örnektir. Bu kişi büyük bir fedakârlıkla savaşmasına rağmen Allah ve Resulü için değil, Medine'deki hurmalıklarını kurtarmak niyetiyle savaştığı için, bu eyleminin karşılığını görmemekte ve öldürüldüğü zaman şehid olarak cennete değil, kâfir olarak cehenneme gitmektedir.

Niyet, genellikle salih amellerde müessirdir. Salih bir amel niyet bozukluğu ile isyana dönüşebilmekte ancak isyan olan bir amel iyi niyetle salih amele dönüşmemektedir. Bu gerçeğin Kur'an ve Sünnet'te birçok örnekleri vardır. Bu örneklerden Resulullah (s.a.v.) ile ilgili olan Sakifoğulları meselesini verebiliriz.,

Davetin en zor günlerinde Sakifoğulları Resulullah (s.a.v.)'e gelerek, kendilerine imtiyaz tanımasına ilişkin bazı tekliflerde bulunmuşlar ve teklifleri kabul edilirse, kısa bir süre sonra davete topluca icabet edebileceklerini belirtmişlerdir. Bu teklif üzerine Resulullah (s.a.v.) bir an duraklamış ve bu duraklama anında İlahi vahiyle şiddetle uyarılmıştır.,

Onlar neredeyse, sana vahy ettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi.

Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, sen onlara az bir şey (de olsa) meyledecektin.

Bu durumda biz de sana, dünya ve ahiretin (azabını) kat kat tattırırdık. Soni'a bize karşı bir yardımcı da bulamazdın. 17-İsra 73..75

Zikredilen ayet'i kerimelerde, İlahi vahiyle uyarılıp-sağlamlaştırılmasaydı, Efendimiz (s.a.v.)'in az bir şey de olsa meyledeceği belirtilmektedir.

Bu yaşanan olay bizlere örnek olması için gerçekleşen bir takdiri İlahi ve dolayısıyla Rabbani bir uyarıdır. Bu Rabbani uyarıyı kavrayabilmemiz için Resulullah (s.a.v.)'in ne için, hangi niyetle meyledeceğini düşünmemiz gerekir.

Resulullah (s.a.v.)'in niyeti neydi?

Sakifoğullarının teklifi karşısında neden duraklamıştı ve İlahi vahiyle uyarılmasaydı, az bir şey de olsa ne için, hangi niyetle meyledecekti?

Aklıselim olan her mü'minin idrak edeceği gibi Resulullah (s.a.v.)'in niyeti para, kadın, mal veya makam değil, sadece ve sadece Allah'ın rızasıdır. Ancak niyet ne olursa olsun en ufak bir uzlaşmaya, en ufak bir sapmaya izin verilmemiştir. Bütün kardeşlerimizin bu noktayı kavramaları ve her konuda olduğu gibi, bu konuda da Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine örnek almaları gerekir. Yaşadığımız çağın müslümanları, böylesi bir şuura şiddetle muhtaçtırlar. Çünkü değişik İslam anlayışlarının bulunduğu birçok toplumlarda, bu değişik anlayışlardan hareket ederek farklı grup ve ekollere bölünen müslümanların ortak bir yönleri vardır. Bu ortak yön, hepsinin dilinde bayraklaşan "Niyetimiz İslam" sloganıdır.

Herhangi bir müslümanı çarpık bir yolda veya gayri İslami bir çalışmada gördüğünüz zaman tenkit edemezsiniz. Çünkü tenkitleriniz karşısında söyleyeceği son söz, sizin konuşmaya başladığınız ilk andan itibaren onda hazır beklemektedir.,

"Ameller niyetlere göredir ve bizim niyetimiz İslam'dır."

Bu söz, temiz akıl sahibi bir müslümanın söylerken düşünmesi ve içinde bulunduğu duruma bakarak belki de utanması gereken bir sözdür. "Niyetimiz İslam'dır!." diyenler, öncelikle İslam'ın ne olduğunu ve insanlara ne için sunulduğunu bilmeleri gerekir.

Nedir İslam?

İnsanlara niyet olarak sunulan bir görüş mü?

Oysaki şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de ".Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi de tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip beğendim. "buyurmaktadır. (5-Maide 3) Ayet-i kerimeye dikkat edilirse islam'ın bir niyet olarak değil,

bir din,

bir yaşam şekli,

Rabbin rızasına giden Rabbani bir yol olarak sunulduğu belirtilmektedir.

Peygamberlerin gönderiliş gayesi sadece insanların niyetlerini değiştirmek değil, aynı zamanda bu insanların içinde bulundukları yolu, yaşam tarzlarını değiştirmek içindir. İnsanların Rabbani bir niyete sahip olmaları yeterli olsaydı, Allah'ı razı etmek istemelerine rağmen sapıklığa düşen Ehl-i Kitab'a veya putlara taparken "Biz bunlara, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (39-Zümer 3) diyen müşriklere peygamber gönderilmezdi.

Gayri İslami yollarda ömürlerini tüketirlerken, çevresindeki insanlara "Bizim niyetimiz islam!" diyen kimselerin ölümü tefekkür etmeleri ve gayri İslami yolda öldükleri zaman aynı cevabı, aynı rahatlıkla Rabbimize karşı söyleyip, söyleyemeyeceklerini düşünmeleri gerekir. Hepimizin bildiği gibi dünya hayatı, imtihan hayatıdır. Bu ilahi imtihan ise salih niyetle birlikte ameli düzlemdedir.

O, amel bakımından hanginizin daha iyi olacağını denemek (ortaya çıkarmak) için ölümü ve hayatı yarattı.. 67-Mülk 2

İslam’ı niyet olarak benimseyip, gayri İslami yollarda ömür tüketen kimseler bu niyetlerine hiçbir zaman kavuşamayacaklardır. Niyeti İstanbul'a gitmek olan Eskişehir'li bir kimse Ankara yolunu benimser ve Ankara yolunda ilerlemeye çalışırsa İstanbul'a varabilir mi?

Ebetteki varamaz!.

Niyeti 'İstanbul'a gitmek' olan kimsenin yöneleceği yol, İstanbul yolu olmalıdır. Niyeti 'Mekke'ye gitmek' olan kimsenin yöneleceği yol, Mekke olmalıdır. Niyetleri 'Allah rızası' olan müslümanların yönelecekleri yol, şanı yüce Rabbimizin gösterdiği Rabbani yol olmalıdır. Müslüman bu noktada durmalı ve düşünmelidir. "Rabbimin rızasına varabilmem için Rabbimin gösterdiği Rabbani yola girmeliyim, bu yolda bulunmalıyım." demelidir.

Bunu dert edinmelidir.

Bu dertle uykuları kaçmalı, bu dertle samimi bir arayışa geçmelidir. Herhangi bir işten atıldığı zaman üç-beş günlük nafakası için nasıl endişeleniyor ve yeni bir iş bulabilmek için nasıl kapı kapı geziniyorsa, ebedi hayatı için çok daha fazla endişe duymalı, çok daha fazla telaşa kapılmalıdır.

Bilmelidir "Niyetim islam" diyerek kurtulamayacağını!.

Bilmelidir bazı İslami sloganlarla aldatılmışsa, aldatıcıyla birlikte cehenneme gireceğini!.

Bütün bunları bilmeli ve bu bilinçle dehşete düşmelidir. Şayet herhangi bir grupta ise bu grubu yöneten hocasından değil, Allah'tan korkarak yiğitçe ayağa kalkmalı ve İslami bir edeple "Hocam, bizi davet ettiğiniz ve bizlerin de İslami duygularla benimsediğimiz bu yol, Kur'an ve Sünnetin bütünlüğünde beyan edilen Rabbani yol mudur? Resulullah (s.a.v.) bizatihi aramızda olsaydı, bizleri bu yola mı davet ederdi? Bizler Resulullah (s.a.v.)'in yolunda isek bu yolu şer'i delilleriyle savunmamız ve müslümanların Rabbani tenkitlerine açık olmamız gerekmez mi?" diyebilmelidir. İdrak etmelidir hangi yolda olduğunu, doğru yolda olduğuna inanmaktan ve hocasına iyi niyetle teslim olmaktan öte, doğru yolda olduğunu idrak etmelidir.

Bu bilinçle bulunmalıdır o yolda, bu bilinçle davet etmelidir yoluna, bu bilinçle savunmalıdır yolunu.. Savunduğu yola yönelebilecek olan Rabbani tenkitleri ise can kulağıyla dinlemelidir. Cennetliklere özgü niyetlerle, cehennemliklere özgü amelleri işliyorsa tereddüt etmeden, hiç tereddüt etmeden yolunu değiştirmeli ve Rabbani yola yönelmelidir.’’

Yazarımız kitabımımızın ‘’yolda vahdet’’ bölümünde Müslümanları ezmek isteyen şeytan ve dostlarının emperyalist arzularına ulaşabilmek için Müslümanları parçalamayı, çeşitli grup ve ekollere ayırmayı kaçınılmaz gördüklerini belirtmekte ve bu uğurda da çok sistemli bir çalışma yaptıklarını bu çabalarının sonucunda da arzularına ulaştıklarını söylemektedir. Üstelik şeytan ve dostlarının bu planlarının Kur’an’ı Kerimde önceden haber verilmesine rağmen Müslümanların bu konuda uyanık olmaması çok üzücü bir olaydır.

‘’Gerçekten Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve bulunduğu yerin halkını bir takım fırkalara bölmüştü; onların bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Kasas 4

Firavun, halkı birtakım fırkalara neden bölmüştü?

Neden buna gerek duymuştu?

İnsan ve toplum üzerinde yeterli araştırma yapan kimseler bunun nedenini ve Firavun'un maksadını açıkça anlayabileceklerdir. İnsanlarda muhalefet duygusu olduğu gibi, insanlardan meydana gelen toplumlarda da muhalefet duygusu vardır. Hele ki bu toplumların başında Firavun veya Firavun'a benzer kimseler bulunuyor ve halka zulmediyor ise bu halkın, başta bulunan Firavunlara aşırı muhalif olacakları aşikârdır. Halk bir bütün ise halktaki muhalefet duygusu da bütünleşecek ve bütünleşen bu muhalefet, Firavunların zulme dayalı saltanatlarını devirebilecekler.

Firavunların hem zulmetmeleri ve hem de zulme dayalı saltanatlarını devam ettirebilmeleri için, halkı birbirine muhalif olan çeşitli gruplara ve partilere bölmeleri gerekmektedir. Bu yapıldığı zaman toplumdaki muhalefet duygusu, partiler ve gruplar arasındaki komplo sürtüşmelere kanalize edilebilecek ve neticede toplumdaki muhalefet potansiyeli, toplumun kendi bünyesinde pasifize olacaktır.

Halkı çeşitli guruplara ayıran ve bu grupların üzerinde bulunan Firavun ise birbirine muhalif olan grupları perde arkasından kısmi olarak destekler ve kuvvetlenen grubu zayıflatmak için diğer grupları teşvik eder ve bu gruplara yardım ederse, bu gruplar tarafından yardımı kutsal bir aziz durumuna getirilecektir. Nitekim halkında müslüman olan ülkelerde İslam adı ile ortaya çıkan birçok grup, çağdaş firavunların gizli yardımlarına mazhar olmakta ve bu yardımların kesilmemesi için Firavunlara değil, Firavunlara düşman olan müslümanlara düşmanlık yapmaktadırlar.

Birçok ülke sınırları içerisinde yürürlükte olan bu senaryo, o ülkelerdeki firavunlar tarafından hazırlanmakta ve tatbik edilmektedir. Milliyetçilik propagandasıyla ümmet ve ümmet anlayışından uzaklaştırılan müslümanlar, ırkçılık propagandasıyla yaşadıkları coğrafi sınırlarda tekrar bölünmeye uğratılmışlardır. Bölme ve parçalama eylemleri bununla da kalmayıp, mezhebi taassubun gündeme getirilmesi ve tahrik edilmesi neticesinde, birbirine karşı katı ve müsamahası mezhebi bloklaşmalar ortaya çıkmıştır. Mezhebi dairelere hapsedilen müslümanlar, yaşadıkları bu düzlemde de birlik ve beraberliği sağlayamamışlar, bu düzlemde de değişik gruplara ayrılmışlardır.

Bu gibi parçalayıcı operasyonlardan geçen müslümanlara, Eritre'deki müslümanların durumunu belirterek onlardan duygulanmalarını ve Eritre'deki müslümanların eylemlerine sahip çıkmalarını beklemek, elbetteki ütopik bir yaklaşımdır. Müslümanlar o hale getirilmiştir ki, kendi mahallesinde oturan müslümanlarla bile grupsal taassup yüzünden kucaklaşmamaktadırlar.

Ne hazindir ki bazı gruplardaki müslümanlar, bu parçalanmadan rahatsız olmamakta ve "Rabbin rızasına giden binlerce yol vardır. Hedef tepeye çıkmaksa siz o yamaçtan, biz bu yamaçtan ilerleyelim." şeklindeki ifadelerle, durumlarını haklı göstermeye çalışmaktadır. Bu kimseler "Rabbin rızasına giden binlerce yol vardır" görüşünü, yanlış ve saçma bir yaklaşımla savunmaktadırlar. Herhangi bir insanı sırat-ı müstakime ulaştıracak olan değişik yollar, değişik vesileler vardır. İnsanların sırat-ı müstakime ulaşmasında birer vesile olan bu yollar çok sayıda olmasına rağmen sırat-ı müstakim bir tanedir. Allah (c.c.)'ın rızası, sırat-ı müstakimde olan müslümanları kuşatacaktır.

Meselemizi bu şekilde anladığımız zaman "Rabbin rızasına giden binlerce yol vardır" görüşünü, Rabbin rızası sırat-ı müstakimde olduğu için "İnsanları sırat-ı müstakime ulaştırabilecek olan binlerce yol (vesile) vardır" şeklinde açıklayabiliriz. Nitekim değişik vesilelerden ve yollardan sırat-ı müstakime ulaşan birçok kardeşimiz vardır. İdrak etmemiz gereken husus, sırat-ı müstakime ulaşmadan birer vesile durumunda olan yollar çok sayıda olmasına rağmen sırat-ı müstakim bir tanedir.

İlim ve insaf sahibi her müslüman, şanı yüce Rabbimizin kendi rızası için bir araya gelen bütün müslümanlara birçok yollar değil, tek bir yol gösterdiğine şahadet edeceklerdir. Her gün defalarca okunan Fatiha suresinde "Bizi doğru yola ilet" hükmüyle yolun tek olduğu vurgulanmış, bu nedenle "Bizi doğru yollara ilet" şeklinde bir ifade kullanılmamıştır. Al-i İmran süresindeki "Allah'ın ipine topluca sanlın, ayrılmayın.." buyruğunda da aynı gerçek zikredilmektedir.

Ayrıca Kur'an ve Sünnet'e bir bütün olarak yönelen her müslüman görecektir ki, müslümanlar tek bir yola davet edilmekte ve bu yoldaki müslümanlara tavır birliğine girmeleri emredilmektedir. Kur'an ve Sünnet'in bütünlüğündeki bu Rabbani gerçeği müşahade ederek bakışlarını günümüz müslümanlarına çevirecek olan kardeşlerimiz ise önce üzülecekler, sıkıntıya düşecekler ve İlahi vahyin ağırlığını omuzlarında hissedeceklerdir.

Yaşanan olayın güç ve zor tarafı müslümanların çeşitli gruplara bölünmüş olmaları değil, bu gruplardaki müslümanların İslami kişilikten uzaklaşmış olmalarıdır.

Değişik nedenlerle çeşitli gruplara bölünen müslümanlar İslami kişiliğe sahip olsalar, ihtilaf ettikleri meselelerde Kur'an ve Sünnete yönelecekler ve muhkem ayetlerin gölgesinde bütünleşebileceklerdir. Fakat ne yazık ki değişik gruplardaki birçok müslüman, içinde bulunduğu grupta erimiş, kimliğini ve kişiliğini kaybetmiştir. Bu kimseler Kur'an'ı Kerim'le yüzyüze gelmemekte, İlahi vahiyle kendileri arasında abileri, üstadları, hocaları bulunmaktadır. Rabbani ölçüden uzak bir teslimiyetle bağlandıkları hocalarına "Bu hükmün kaynağı nedir?" veya "Bulunduğumuz ortam ve konumda Rabbimiz bizlere ne yapmamızı emrediyor?" sorusunu sorabilecek bilinç ve cesaretten uzak olan bu kimseler, hocaları ne derse onu yapmaktadırlar. Sıradan kabul ettikleri bir müslüman, kendilerini Rabbani bir hükümle ikaz ettiği zaman, yüce payeler verdikleri efendileri ile o müslümanı kıyas etmekteler ve "Bunları sen biliyorsun da, hocam bilmiyor mu?" diyerek gülüp geçmektedirler.

Onların güldükleri bu duruma, bizler elbetteki gülmüyoruz, gülemiyoruz!. Çünkü İlahi ölçülerden uzak böylesi yaklaşımlar, bir hocayı veya bir üstadı putlaştıran yaklaşımlardır. Meydandaki putları kırmaya talip olan bu kimselerin, öncelikle gönüllerine yerleştirdikleri ve gönüllerinde yaşattıkları bu putları kırmaları gerekmektedir. Aşılması gereken ilk engel ve kırılması gereken ilk put budur. Allah adını kullanmalarına rağmen insanları Sırat-ı Müstakime değil de, kendi kişisel görüşlerinden kaynaklanan beşeri yollara davet eden kimseler, insanları Sırat-ı Mustakim'den engeleyen Lat, Menat, Uzza gibi birer putturlar. Mekke'li müşrikler Lat, Menat, Uzza gibi putlara ibadet ederlerken nasıl ki "Biz bunlara, bizleri Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" demislerse, zamanımızda ki birçok şaşkın da, hocalarının veya şeyhlerinin Kur'an ve Sünnet'e zıd olan görüşlerine itaat ederlerken "Biz hocalarımıza veya şeyhlerimize, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye itaat ediyoruz" demektedirler.

İşte bu itaat ile yapılan ibadet,

Allah'a ibadet etmek değil, Allah'tan başkasına ibadet etmektir. Çünkü itaat ettikleri hüküm, Allah'ın hükmü değildir.

Hiç şüphesiz ki Allah'a itaat edenlere ve insanları Allah'a davet edenlere itaat etmek, Allah'a itaat etmektir. Nitekim "Resule itaat, Allah'a itaattir." buyruğu bizlere bu gerçeği beyan etmektedir. Fakat insanları Allah'a ve Allah'ın razı olacağı Sırat-ı Müstakime davet etmeyip de, parça parça aldıkları Kur'an'ı Kerim ayetlerine dayanarak kendi sapık yollarına davet eden kimselere itaat etmek, en açık ifadesiyle kendilerini putlaştıran bu kimselere itaat ve ibadet etmektir.

Bu gibi kimselere körü körüne itaat eden ve bu kimseleri her türlü Rabbani tenkidden tenzih eden kimseler, nasıl bir sapıklığa düştüklerini mutlaka ve mutlaka anlayacaklardır. Tabi ki müslümanlar olarak, bu kimselerin ölmeden önce durumlarını idrak etmelerini ve Sırat-ı Müstakim'e bir an önce kavuşmalarını temenni ediyoruz.

İnsanların birer beşer olduklarını, yanılabileceklerini veya hata yapabileceklerini kabul etmeliyiz. "Ben alimim!" psikolojisi ile insanlara yukarıdan bakan kimseler, gerçekte cahil olan kimselerdir. Çünkü gerçek alimler, bilmedikleri birçok mesele olduğunu idrak eden ve hak bir söz çocuktan dahi gelse, bu hakkı kabul ederek o çocuğa "Bana bunu öğrettiğin için Allah senden razı olsun" diyebilen kimselerdir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) kendi görüşü ile dul bir kadının görüşü çatıştığı zaman, meseleyi Rabbani düzlemde değerlendirerek kadının görüşünü kabul etmiş ve halife olmasına rağmen "Burada herkes Ömer'den daha fakih" diyerek, makam ve unvana değer verenlerin kavrayamayacağı bir tavır göstermiştir.     

Değişik ve birbirlerine muhalif gruplardaki müslümanlara "Resulullah (s.a.v.) aramızda olsaydı, hangi grubu tasvip ve kabul ederdi?" şeklinde bir soru sormayacağız. Çünkü ne gibi cevaplar geleceği bilinmektedir. Bu nedenle ilk soruyu geçiyor ve değişik fırkalara ayrılan müslümanlara şunu sormak istiyoruz.

"Resulullah (s.a.v.) aramızda olsaydı, bu fırkalaşmalara, bu gruplaşmalara rıza gösterir miydi?"

Temiz akıl sahibi kardeşlerimiz "Elbetteki rıza göstermezdi!" diyeceklerdir.

Peki ne yapardı?

Resulullah (s.a.v.)'i yeterince tanıyan kardeşlerimiz, bu soruya da "Tüm müslümanları İlahi vahyin bütünleyici buyruğunda toplardı" diyeceklerdir.

Evet.

Resulullah (s.a.v.) aramızda olsaydı, parça parça olan biz müslümanları İlahi vahyin bütünleyici buyruğunda toplardı.

O halde ne yapalım?

Yahudilerin "Musa bize dönene kadar, buna (puta) sarılmaktan vazgeçmeyeceğiz." (20-Taha 91) dedikleri gibi, bizler de "Ya Rabbi, Resulullah (s.a v.) bize dönene kadar, biz bu parçalanmaktan, bu gruplaşmaktan vazgeçmeyeceğiz!" mi diyelim?

Oysa ki alimler peygamber varisidir. Peygamber varisi olmak, bunu bir ünvan kabul ederek müslümanlardan hürmet ve saygı beklemek değildir. "Ben alimim, ben peygamber varisiyim" diyen kişilerin, bu peygamber görevini üstlenmeleri ve üstlenen kardeşlerine yardımcı olmaları gerekir.

Bir köşeye çekilerek "Biz hak yoldayız, birleşmek isteyenler bize gelsin" şeklinde ifadeler kullanmak, müslümanları hiçbir zaman bir araya getirmeyecektir.

Çünkü birçok gruptan bu gibi sesler gelmekte ancak hiçbirisi Kur'an ve Sünnetin bütünlüğünde haklılığını ortaya koymamaktadır.

Meseleyi bu şekilde dile getirişimiz, birçok kişilerce hoş karşılanmayacak ve bazı müslümanlar duygusal olarak feveran edeceklerdir. Çünkü bu müslümanlar meselelere yaklaşış mantıklarıyla kendilerini hak yolda bilmekte ve buna yürekten inanmaktadırlar. Genellikle birçok grupta hakim olan bu mantığı biraz açmamız ve açıklamamız gerekmektedir.

Tevhidi yolu ve bu yolda yaşanması gereken hükümleri, namaz ve namaza ait hükümlere benzetirsek, meselenin anlaşılması daha kolay olacaktır. Hepimizin bildiği gibi namazla ilgili niyet, tekbir, kıyam, kıraat, ruku, secde ve tesbih hükümleri vardır. Namaz kılmak isteyen bir müslüman, bu hükümlerin hepsiyle muhatap olmakta ve bu hükümleri sırasına göre yerine getirmektedir. Namazı bir bütün olarak kavrayamayan herhangi bir insan, namaza ilişkin hükümlerden sadece secde hükmünü alır ve sadece secde ederse, elbette namaz kılmış olmaz. Kendisini haklı çıkarmak için; "Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde secde hükmü vardır. Resulullah (s.a.v.) de secde etmiştir. Biz bu nedenle secde ediyor ve diğer insanları da secdeye davet ediyoruz" diyen bu kimse, meseleye yaklaşış mantığı ile kendisini haklı sanacaktır. Çünkü eylemine Kur'an ve Sünnet'ten delil getirdiğine inanmaktadır. Bu kimse secde hükmünü esas aldığı gibi başka kimseler de kıyam, rüku veya tesbih hükmünü esas alabilecekler ve yerine getirdikleri bu kısmi ameller ile namaz kıldıklarını zannedeceklerdir.

Oysa namazı ihya etmek isteyen kişi nasıl ki namazla ilgili rükünlerin hepsine muhatap oluyor ve bu rükünleri sırasına göre yerine getiriyorsa; tevhidi yola ait hükümlere de aynı bilinçle yaklaşılması gerekmektedir. Namaza ait birkaç hükmü alıp, sadece bu hükümleri ihya etmek isteyen kimseler ile tevhidi yola ait hükümlere gelişi güzel yaklaşıp, bazı hükümleri ihya etmek isteyen kimselerin meseleye yaklaşış mantıkları aynıdır. Nitekim Kur'an ve Sünnete gelişigüzel yaklaşan birçok grup, bazı hükümleri ihya etmeye çalışmaktalar ve bu hükümlerin kaynaklarını zikrederek haklı olduklarına inanmaktadırlar.

Halbuki tüm müslümanlar, Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen tevhidi tavırların hepsine muhataptırlar. Ancak bu tavırları eylem safhasına geçirecekleri zaman, konumlarını ve Kur'an'ı Kerim'de belirtilen hareket metodunu dikkate almak zorundadırlar. Bu inceliği kavramadan Rabbani hükümlere gelişi güzel yaklaşan kimseler, Rabbani hükümlerin hikmetiyle hiçbir zaman karşılaşamayacaklardı. Çünkü Rabbani bir hükmün hikmetiyle karşılaşabilmek için, o hükmü zamanında, mekânında ve İlahi ölçülere uygun olarak yaşamamız gerekmektedir.

Fikirlerde vahdet sağlamadan, tavırlarda vahdet sağlamak mümkün değildir. Bu vahdetin sağlanabilmesi için öncelikle metod konusunda mutabık kalınmalıdır. Birçok grubun bu meselede takip ettikleri metod, ıslahatçı bir metoddur. Bu kimseler mevcut durumu düzeltmeye, kusurlarını gidermeye ve iyileştirmeye çalışmaktadırlar. Bu metod, İslamın hakim olduğu bölgeler için geçerli bir metoddur. İslamın hakim olduğu toplumlarda yaşayan müslümanlar, bu toplumsal yapıyı düzeltmekle   ve   kusurlarını   gidermeye   çalışmakla mükelleftirler. Nitekim bu toplumlardaki müslümanlar bid'at ve hurafelere karşı amansız bir mücadele verme durumundadırlar. Ancak söz konusu bid'atlar, hurafeler ve batıl görüşler İslami bir yapıyı ortadan kaldıracak boyutlara ulaşmışsa ve netice olarak İslami bir yapı ortadan kalkmışsa, ıslahatçı metodu takip etmek anlamsızdır. Şeytani otoritelerin hakim olduğu bir bölgede ıslahatçı metodu takip etmek, şeytani yapıların bazı İslami motiflerle kamufle edilmesine ve dolayısıyle müslümanların bu yapıyı sahiplenmelerine neden olacaktır.

Bid'at ve hurafelerin her alanı kuşattığı bir ortamda, bid'at ve hurafelere karşı mücadele vermek ile pislik çukuruna düşen bir insanın pislikleri bir parça pamukla temizlemeye çalışmak arasında bir fark yoktur. Oysaki bu insanın pisliğe batmış elbisesini temizlemeye çalışmak yerine, o elbiseyi çıkartarak yeni ve temiz bir elbise vermek durumundayız. Daha açık bir ifadeyle, tevil ve tahrif edilmiş geleneksel din anlayışını bid'at ve hurafelerden temizlemeye çalışmakla değil, İslam dinini tüm berraklığı ile ortaya koymak ve insanları yaşadığımız bu dine davet etmekle mükellefiz. Bu metod ise ıslahatçı değil, inkılabi bir metoddur.

Bazı kimseler "Bu gerçekleri müslüman halk anlamaz, alimler bu meseleyi kendi aralarında halletmelidir" diyorlar. Bu görüşe tabi ki katılmıyoruz. Çünkü tüm müslümanlar Allah 'a inanarak, nefislerine hoş gelmesine rağmen birçok haramları terkederek ve nefislerine ağır gelse de birçok Rabbani eylemleri yerine getirerek akıllı, gerçekten akıllı olduklarını göstermektedirler. Meselelerimizi müslümanlara açık bir şekilde gündeme getirirsek, her müslüman gücü nisbetince meselesini kavrayacak, gitmekte olduğu ve gitmesi gereken yolu net ve açık bir şekilde görebilecektir.

Bundan bir süre önce cephede şehid olan bir kardeşimiz, şehid mezarlığına götürülürken vasiyeti gereği çıplak elleri tabuttan çıkarılmış ve gözleri kapatılmamıştır. Şehid olan kardeşimiz bunun nedenini vasiyetinde şöyle açıklıyor.

"İnsanlar çıplak ve boş ellerimi görsünler ki, bu dünyadan hiçbir şey götürmüyorum. Açık olan gözlerimi de görsünler ki, ben bu yola gözü kapalı girmedim."

Müslüman yolunu böylesine bilmelidir, müslüman yolunu böylesine görmelidir.

Yaşadığımız çağ, bu şekilde kutlu müslümanların da bulunduğu bir çağdır. Böylesi kardeşlerimiz olduğu için Rabbimize hamd ediyor, diğer kardeşlerimizin de hak yolu görmelerini, hak yolu kavramalarını ve hak yolda bütünleşmelerini diliyoruz.

KONUM TESPİTİ

Şeytan ve dostları marksist ve faşist hareketlerden ziyade İslami hareketlerle ilgilenmekteler ve rahatsız oldukları bu hareketlere müdahale edebilmek için fırsat gözetmektedirler.

Müslümanların muhatap ve mükellef oldukları Rabbani yolda, müslümanların bulundukları konuma göre yüklenen ve birbirini takip eden Rabbani tavırlar vardır. Rabbani yolu bütünsel olarak idrak ederek, bu idrak ile ciddi bir çalışmaya girmeyen müslümanların yaşamaları ve yerine getirmeleri gereken ilk çalışma, Rabbani yolun ilk aşamasındaki çalışmalardır. İşte bu öncelikli çalışma ile yüzyüze gelen müslümanlara, şeytan ve dostları iki ayrı boyuttan yaklaşmaktadırlar.,

Birinci boyuttan yapılan yaklaşım, müslümanları ilk aşamadaki çalışmalardan geri bırakmayı hedef almaktadır. Bu yaklaşımlarda müslümanların çeşitli zaaflarından faydalanılmakta ve müslümanlar uzlaşmaya, taviz vermeye, müsait zamanı ve mekânı beklemeye teşvik edilmektedirler. Böylesi müdahalelerin tesirinde kalarak bir köşeye çekilen, Allah yolunda koşması gereken ayaklarıyla bağdaş kurup oturan, Allah'a kulluk gibi yüce bir eylemi sadece dua ve beddua çerçevesine hap sederek pasifize olan birçok müslüman bulunmaktadır. Elbetteki şeytan ve dostlarının bu boyuttaki yaklaşımlarına aldanmayan azimli, dirayetli ve fedakâr müslümanlar da bulunmaktadır. Şeytan ve dostlarının bu müslümanları ilk aşamadaki çalışmalardan geriye çekmesi ve dolayısıyle pasifize etmesi olanaksızdır. İşte böyle bir durumda şeytan ve dostları bu müslümanlara ikinci boyuttan yaklaşmakta ve bu müslümanları sonraki aşamalarla ilgili çalışmalara yöneltmektedirler. Bazı takva duygularıyla ve Allah'ın yardımına ilişkin vaadlerle ilerki aşamalara ait çalışmalara yöneltilen bu müslümanlar, haklı olarak birçok problemlerle karşılaşmaktalar ve bu problemler karşısında yetersiz kalarak bunalıma düşmektedirler. Tabi ki bu sonuçtan yine şeytan ve dostları memnundurlar. Çünkü her iki durumda da ilk aşamadaki çalışmadan uzak kalınmakta ve bu çalışmalar yerine getirilmemektedir.

Kur'an ve Sünnet'i bir bütün olarak idrak edemeyen müslümanların, bu gibi şeytani yaklaşımlardan korunabilmeleri oldukça zordur. Meselemizle ilgili olarak, şu İlahi hükmü tefekkür etmemiz gerekir.,

Allah hiç kimseye, güç yetireceğinden başkasını yüklemez. 2-Bakara 286

Bu ayet-i kerimede, güç ve mükellefiyetle ilgili olarak anlamamız gereken iki önemli gerçek vardır. Bunlardan birincisi şudur.,

Kur'an'ı Kerim'le muhatap olan müslümanlar, bu temiz kaynakta birçok Rabbani tavırlarla karşılaşmaktadırlar. Şanı yüce Rabbimiz bu hükümleri müslümanlara va'zederken, müslümanların konum ve seviyesi dikkate alınmıştır. Nitekim bazı peygamberlere va'zedilen yükümlülükler, birçok peygamberlere yüklenmemiştir. Bunun nedenini düşünen müslümanlar, bu nedenin müslümanların konum ve seviyesiyle ilgili olduğunu idrak edeceklerdir.

Bizler için hidayet rehberi olan Kur'an'ı Kerim'de; cahiliyede fert olarak yaşayan müslümanlara yüklenen tavırlar, cemaat olma sürecindeki müslümanlara yüklenen tavırlar ve cemaat olan müslümanlara yüklenen tavırlar vardır. Bu tavırların hepsi Kur’an’ı Kerim’in bütünlüğünde zikredilmektedir. İşte bu tavırlara yaklaşırken, muhatabın konum ve seviyesi dikkate alınmalıdır. Cahiliyede ferd olarak yaşayan müslü-manın, İslam cemaatini veya İslam devletini mükellef tutan tavırlara gücünün yetmiyeceği aşikârdır. Cemaati veya devleti mükellef tutan bu tavırlar Kur'an'ı Kerim'de zikredilmesine rağmen cahiliyede fert olarak yaşayan müslümana yüklenmemektedir. Cemaati veya devleti mükellef tutan bu tavırlar söz konusu konum ve seviyede bulunmayan peygamberlere dahi yüklenmemiştir. Şanı yüce Rabbimiz açık bir şekilde "Allah hiç kimseye, güç yetireceğinden başkasını yüklemez" buyurmaktadır. Fakat ne yazık ki Kur'an'ı Kerim'e gelişi güzel yaklaşan bazı kimseler, Allah’ın bu konumdaki müslümanlara yüklemediği tavırları yüklenmeye ve çevresindeki müslümanlara yüklemeye çalışmaktadır. Zikrettiğimiz ayet-i kerimeden anlamamız gereken ilk gerçek bu olmalıdır.

İkinci gerçek ise,

Bulunduğumuz konumda yaşamakla ve yansıtmakla mükellef olduğumuz Rabbani tavırlar, güç yetireceğimiz tavırlardır. Cahili sistemlerin empoze ettiği güç anlayışı ile "Bunlara gücümüz yetmez" demek, cahili bir mazeretle Rabbani bir yoldan çıkmak demektir. Çünkü bizlere bu tavırları yükleyen şanı yüce Rabbimiz "Allah hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez" buyruğu ile bulunduğumuz konumda bizlere yüklenen tavırların, güç yetinebileceğimiz tavırlar olduğunu beyan etmektedir.

Kur'an ve Sünnet'te beyan edilen ve tevhidi bir anlayışla bütünlük kazanan Rabbani tavırlara karşı yaklaşım böyle olmalıdır. Müslüman ne bu tavırlardan geri kalmalı, ne de yapılamayacak tavırlara yönelmelidir.

Bazı samimi kardeşlerimiz Hz. İbrahim (a.s.)'ın eylemine özenmekteler, kendilerini ve Hz. İbrahim (a.s.)'ı gerektiği gibi tanımadan heyecanlı konuşmalar yapmaktadırlar. Bilmemiz gerekir ki Hz. İbrahim'i "Halilullah" makamına ulaştıran eylem, putları kırma vakıası değil, ateşe atılırken gösterdiği tavır ve tevekküldür. Nitekim gündeme getirdiği Rabbani mesaj, bu tavrın ve tevekkülün neticesinde yankılanmıştır. İslam adına yaptıkları bir eylemden sonra kendisini müdafaa etmeleri için on tane avukat tutan kimselerin, Hz. İbrahim (a.s.)'ın bu tavrını idrak edebilmeleri oldukça güçtür.

Bütün bunları dikkate alarak Hz. İbrahim (a.s.)'ın eylemine özenen müslümanlara hatırlatmak isteriz ki, Hz. İbrahim (a.s.)'ın eylemini yapmak kolay, ancak o eylemden sonra Hz. İbrahim {a.s.)'ın tavrını ve tevekkülünü göstermek zordur. İbrahimi bir tevekkülle sonuçlanmayan eylemler ise İbrahimi eylemler değildir.

Resulullah (s.a.v.) Efendimiz, Hz.İbrahim kıssasını bilmesine ve bu tavrı yerine getirmeye layık bir kimse olmasına rağmen ümmeti için zorluk dilememiş ve bizlere örnek olabilecek bir mücadele metodu takip etmiştir. Bu meseleleri idrak eden müslümanların, öncelikle bulundukları konumu tespit etmeleri ve bu konumda yüklenmeleri gereken Rabbani tavırları izzet ve onurlu yüklenmeleri gerekmektedir. O halde konumumuz nedir? Bir sonra ki kitap özetimizde konumumuzla ilgili dar meselesini işleyeceğiz inşallah.

'DÂR' MESELESİ  

Tevhidi yola talip olan ve bu yolda mücadele vermek isteyen müslümanların, tevhidi çizginin hangi noktasında bulunduklarını bilmeleri için öncelikle bulundukları konumu Rabbani esaslara göre tespit etmeleri gerekmektedir. Çünkü her konumun kendisine özgü bir fıkhı bulunmaktadır. Yanlış konum tespiti, uygulanmaması gereken fıkhı önereceğinden, konum tespiti bu açıdan önemli ve ciddi bir meselemizdir.

Bu meselede dar'ul İslam ve dar'ul harp olmak üzere iki görüş yaygınlaşmıştır. Yaygınlaşan bu iki görüşü savunanlar birbirlerine cephe almakta ve tartışmalar değişik vadilerde sürmektedir. Fakat ne yazık ki her iki taraf savunduğu kavramı bilinçli bir şekilde savunmaktan uzaktır. Mesela dar'ul harp görüşünde olanlara; "Neden dar'ul harp?" şeklinde bir soru yöneltsek, bu kardeşlerimizden büyük çoğunluğu; "İslam hukuku yürürlükte olmadığı için dar'ul İslam değildir. Dar'ul İslam olmadığı için dar'ul harptir." diyeceklerdir. Çünkü başka bir seçenekleri yoktur.

Gri kavramını bilmeyen bir topluma, gri renkte bir tabela göstererek; "Bu beyaz mıdır, yoksa siyah mıdır?" sorusu yöneltilirse, dar'ul harp ve dar'ul İslam mesele sinde olduğu gibi iki ayrı gruplaşma olacaktır. Bir kısmı "Siyah olmadığı için beyazdır" derken, bir kısmı da "Beyaz olmadığı için siyahtır" diyeceklerdir.

'Dâr’ meselesindeki ihtilafların bir nedeni, müslümanların dâr'ul İslam ve dâr'ul harp kavramlarıyla karşı karşıya getirilmeleri ve bu iki kavramdan birini seçmeye şartlandırılmalarıdır. Bu iki kavramdan birini seçmeye zorlanan kimselerin bir kısmı "Dâr'ul islam olmadığı için dar'ul harptir" derken, diğer kısmı da "Dâr'ul harp olmadığı için dar'ul İslam'dır" demektedirler. Bu durumun müsebbibleri ise bir tarafta şeytan ve dostları, diğer tarafta hazır bilgilerle yetinen, çalışmaktan ve araştırmaktan kaçınan alimlerdir. Bu alimler herhangi bir 'Dâr' kavramını savunacakları zaman, kendilerine bu kavramın getirdiği fıkıh sorulacağından, dâr'ul İslam veya dâr'ul harp demekteler ve kütüphane raflarında hazır bulunan dar'ul İslam ve dâr'ul harp fıkhını yorulmadan ve yorumlamadan söylemektedirler. Nitekim bu kimseler tarafından dâr’ul harp fıkhı ile yüzyüze getirilen birçok müslüman, bu fıkhı yürürlüğe koyma noktasında çeşitli problem ve çelişkilerle karşılaşmışlardır.

Dâr'ul harp fıkhının getirdiği zorluk, problem ve çelişkilerden kaçınmak için, sebeb ve illetini göz önüne getirmedikleri bazı içtihatlara sığınarak dâr'ul islam görüşünü savunanlar ise kendilerini pasif ize eden bir sapıklığa düşmüşlerdir. Allah'ın düşmanlarını dost kabul etme zilletine düşen bu insanlar, dâr'ul islam kabul ettikleri beldelerde genellikle ıslahatçı metodu benimsemişler ve İslam düşmanı olan tağutu, bazı İslami motiflerle güzelleştirmeye çalışmışlardır.

Halbuki 'Dâr’ kelimesi, yer veya toprak parçası anlamına geldiği için "Dâr'ul İslam" İslam'ın hakim olduğu yer demektir. Bulundukları ülkeye dâr'ul İslam diyen sapıklara, İslam'ın hangi yere hakim olduğunu sormak isteriz!

Bu ülkelerde İslam'ın hakim olduğu ve tağuti müdahaleden uzak olan bir metrekare yer var mıdır?

Camilerde İslam mı hakimdir, yoksa tağut mu?

Kıblemiz olan Kabe-i Muazzama, kimlerin tahakkümü altındadır?

Tapusuna sahip olduğunuz evleriniz sizin mi? Bu evlerinizi halka açık bir namazgâh ve İslam'ın açıkça anlatıldığı bir mescid haline getirebilir misiniz?

Tağuta bağlı Bel'amlar tarafından savunulan dâr'ul İslam görüşünü daha fazla ciddiye almamıza ve eleştirmemize gerek yoktur. Çünkü bunların açık bir sapıklıkta olduğu aşikârdır. Bu görüşü savunanlardan ziyade dâr'ul harp görüşünü savunan samimi kardeşlerimizi değerlendirmemiz gerekir. Tağutun mahiyetini bilen ve tağuta bağlı Bel'amlar vasıtasıyla savunulan dar'ul İslam görüşüne haklı olarak karşı çıkan bu kardeşlerimiz gerçekten samimidirler. Ne var ki hak olan bir görüşü zamansız ve mekânsız gündeme getirme noktasında yanılgıya düşmüşlerdir. Yanılgının biz insanlara özgü olduğunu idrak ederek bu kardeşlerimize hüsnü zanla yaklaşıyor ve bu meselemizi ciddi bir şekilde tekrar değerlendirmelerini istirham ediyoruz. Tabi ki bu dileğimiz, dar'ul İslam görüşünü bilmeyerek savunan kimselere de yöneliktir.

Dâr'ul harp görüşünü savunan bazı kardeşlerimiz.

"Müslümanlar için en güzel örnek Resulullah (s.a.v.) ve onun takip ettiği metoddur. Bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) Mekke ve Medine olmak üzere iki ayrı dönem yaşamıştır. Mezhep imamlarına göre Mekke dönemi dar'ul harptir. Değişik bölgelerdeki müslümanlar Mekke dönemine benzer bir ortamda bulunduklarına göre bu müslümanların konumu da dâr'ul harptir." demektedirler.

Elbetteki müslümanlar için en güzel örnek Resulullah (s.a.v.)'dir. Mezhep imamları tarafından Mekke dönemine dâr'ul harp, dâr'ul küfr veya dâr'ul şirk denilmektedir. Bu konuda kavram tartışmasına girmek abestir. Çünkü meselenin rahatsızlık veren tarafı hangi kavramın kabul edileceği değil, bu kavramların getirdiği fıkıhtır. Mekke dönemine dâr'ul harp diyen müctehidlerin, dâr'ul harp fıkhının Mekke dönemini dikkate alarak hazırlamaları gerekirdi. Oysa bilinmektedir ki dar'ul harp fıkhı, Kur'an'ı Kerimin Medeni sureleri ve Resulullah (s.a.v.)' in bu dönemdeki sünnetiyle kesinlik kazanmaktadır. Yine bilinmektedir ki dâr'ul harp fıkhı Mekke dönemi müslümanlarınca yaşanmamıştır. Bu konuda Ebubekir (r.a.)'ın müşriklerle bahse girme olayı delil olarak öne sürülmektedir. Bilindiği gibi Ehl-i Kitap olan Rumlar, o dönemde Mecusi olan İranlılara yenilince müslümanlar üzülmüş, Mekke'li müşrikler ise sevinmişlerdir. Bu olay üzerine nazil olan Rum suresinin ilk ayetlerinde, Rumların bir süre sonra tekrar galip gelecekleri beyan edilmektedir. Bu ayetlerle karşılaşan müşrikler, bu ayetlere inanmaz ve Ebubekir (r.a.) ile bahse girmek isterler. Ebubekir (r.a.) durumu Resulullah (s.a.v.)'e bildirir ve onun izniyle, Rumların tekrar galip geleceklerine dair müşriklerle bahse girişir. İşte bu olaydan hareket eden bazı hanefi fakihler, bu olayı örnek göstererek dar'ul harpte bulunan müslümanların kazanacaklarından emin olma şartıyla harbilerle mal ve para karşılığında bahse girmelerine cevaz vermişlerdir.

Halbuki bu olayı,

Olayın yaşandığı ortama göre değerlendirmemiz gerekir. Nazil olan her ayete yakinen iman eden Ebubekir (r.a.), müşriklerin teklif ettikleri bahsi kazanacağını elbetteki biliyordu. Şüphesiz kazanacağını bildiği bahis teklifi karşısında tereddüde düşmesi ve Resulullah (s.a.v.)'e müracaat etmesi, bahse girmenin müslümanlar arasında şüpheli görüldüğüne işarettir. Ebubekir (r.a.)'ın bahis karşısında tereddüte düşme nedenini anlamaya çalışırken, bahis teklifini kabul etmediği zaman Mekke müşriklerinin "Ebubekir inen ayetlerin doğru olduğuna kendisi de inanmıyor, inansaydı bahse girerdi." diyeceklerini ve bahis teklifini diğer müslümanlara da götürerek, onların da inanmadıkları konusunda velvele yapacaklarını dikkate almamız gerekir.

Bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) bahsi kabul etmesi için Ebubekir (r.a.)'a izin vermiştir. Netice olarak bahsi kazanan Ebubekir (r.a.)'ın yine Resulullah (s.a.v.)'e müracaat ederek "Bahsin karşılığı olan develeri alayım mı?" diye sorması, bahse girme nedeninin müşriklerin malını almak için olmadığını göstermektedir. Bu sırada Medine'de bulunan Resulullah (s.a.v.), bahis karşılığı olan develeri (safların ayrıldığı o dönemde bir harbi olan müşriklerde kalmaması için) almasını ve bu develeri fakirlere tasadduk etmesini buyurmuştur. Dikkat edilirse bahis karşılığı olan bu develer ne beyt-ül mal'e kabul edilmiş ve ne de Ebubekir (r.a.)'ın kullanmasına izin verilmiştir. Kaldı ki Resulullah (s.a.v.)'in bu olayda bahse ilişkin verdiği izin umuma değil, kişiye özeldir. Böyle bir izni umuma şamil kılmak ise fıkıh usulüne aykırıdır.

Bu gibi meseleler yeterince incelenirse, Medeni surelerle ve Resulullah (s.a.v.)'in bu dönemdeki sünnetiyle kesinlik kazanan dâr'ul harp fıkhının, Mekke dönemi müslümanlarınca yaşanmadığı müşahade edilecektir. Dâr'ul harp fıkhının yaşanmadığı böyle bir döneme dâr'ul harp demek ile İslam fıkhının yaşanmadığı bir döneme dâr'ul İslam demek arasında herhangi bir fark yoktur.

Dâr'ul harp görüşünü savunmalarına rağmen bazı Rabbani sebepleri ve maslahatları zikrederek "Bunlardan dolayı şu an için dar'ul harp fıkhını yaşayamıyoruz.." diyen kimselerin belirttikleri nedenler, Rabbani nedenlerdir. Onları bu konuda eleştirmiyor ancak şu hususun açıklığa kavuşmasını istiyoruz. Fıkhını yaşamadıkları veya şu an için yaşamamaları gereken bir kavramı nasıl sahipleniyorlar? Şayet dâr'ul harp fıkhına muhatap oldukları için dâr'ul harp diyorlarsa, bu ilmi bir yaklaşım değildir. Çünkü dâr'ul harp fıkhına muhatap olduğumuz gibi, dâr'ul İslam fıkhına da muhatabız. Dâr'ul İslam fıkhına muhatap olmamızla birlikte dâr'ul İslam fıkhını, yaşayamadığımız bir beldeye nasıl ki dâr'ul İslam diyemiyorsak; dâr'ul harp fıkhıyla muhatap olmamıza rağmen nefsani olmayan Rabbani nedenlerle bu fıkhı yaşayamadığımız beldeye de dâr'ul harp diyemeyiz.

Bu hususu daha açık anlayabilmemiz için muhatap olmakla, mükellef olmak arasındaki farkı belirtmemiz gerekir. Nitekim bu önemli farkı idrak etmeyen bazı kardeşlerimiz "Resulullah (s.a.v.) tevhidi mücadelenin belli bir dönemine kadar savaş ayetleriyle muhatap olmamıştır. Bizlerin ise durumu farklıdır. Çünkü Kur’an'ı Kerim'in tamamı elimizde ve bizler savaş ayetleriyle yükümlüyüz ." demektedirler.

Müslümanlar Kur’an'ı Kerim'de beyan edilen hükümlerin hepsiyle muhataptırlar. Ancak içinde bulundukları konum ve şartlara göre muhatap oldukları bazı hükümlerle mükellef değillerdir. Muhatap olmak ile mükellef olmak arasındaki bu farkı idrak etmemiz gerekir.

Mesela hac hükmüyle bütün müslümanlar muhataptır. Mükellefiyet ise gücü yeten müslümanlaradır. Bunun gibi Kur'an'ı Kerim'de tevhidi mücadeleyle ilgili olarak fertleri, cemaati veya devlet yapısına kavuşan müslümanları mükellef tutan hükümler vardır. Müslümanlar bu hükümlerin hepsiyle muhatap olmalarına rağmen hepsiyle mükellef değildirler. Bu hükümlere yaklaşım, Rabbani bir konum tesbitiyle olmalıdır.

Dâr meselesiyle ilgili olarak sadece geçmiş fıkıh kitaplarına bağımlı kalan bazı kimseler de, isteyerek veya istemeyerek çeşitli çıkmazlara girmektedirler. Bu fıkıh kitaplarında dar'ul İslam'ın tarifi yapılmakta ve bu konumun fıkhı verilmektedir. Dâr'ul İslam'a göre dar'ul harp olan yerler açıklanmakta ve farazi fıkıh olarak da, herhangi bir islam beldesi müstevliler tarafından istila edilirse o günün müslümanlarına kıyam emredilmekte ve dâr'ul harp fıkhı verilmektedir, işte farazi fıkhın uzandığı son nokta budur. Daha açık bir ifadeyle farazi fıkıh bu konuda günümüze uzanmamıştır.

Fıkıh kitaplarına mutlak bağımlı olan kimseler "İçtihat kapısı kapalı olduğuna göre yapılacak bir şey yok. Mevcut ictihadlardan en uygununu alıp, o ictihadla amel etmemiz gerekir.." demektedirler. Tabii ki bu yaklaşımın da ne gibi sonuçlar meydana getirdiği aşikârdır. Bu kimselerde evrensel olan yüce islam dinini belli mezhebi dairelere hapsetme temayülü bulunmaktadır. Oysaki din mezhebin içinde değil, mezhep dinin içindedir. Müslümanlar İslam dinini yaşayabilmek için mezhebi birçok görüş ve ictihadlara muhtaçtırlar. Ancak unutmamak gerekir ki, müslümanlar Kur'an ve Sünnet'e göre müslümandırlar. Evrensel olan bu dinin evrensel kaynağı Kur'an'ı Kerim'dir. İslam dinini beli bir mezhebi daire içerisine hapsederek mezhebi görüşlerin uzanmadığı bir meselede dine, dolayısıyla dinin evrensel kaynağı olan Kur’an’ı Kerim’e müdahale hakkı tanımamak zulümdür.

Kendilerine alim denilen bazı kimseler Kur’an’ı yanlış anlama olasılığını ileri sürerek, müslümanlar ile Kur'an'ı Kerim arasına aşılması mümkün olmayan engeller koymuşlardır. Bu müdahale, vebali çok büyük olan bir cürettir. Kur'an'ı Kerim alimlerin değil, bütün dünya müslümanlarının Kitab’ıdır. Müslüman Kitab’ını okuyacak, meal ve tefsirlerle anlamaya çalışacaktır. Alimlere düşen görev Kitab'ı müslümanların elinden almak değil, Kitap'taki bir hükmü yanlış veya eksik anlayan bir müslümanı uyararak düzeltmektir. Tekrar 'Dâr' meselesine dönecek olursak, dâr’ul İslam olan herhangi bir bölge İslam düşmanı müstevliler tarafından istila edilir ve İslam fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, o bölge kesinlikle dâr'ul harp olmakta ve o günün müslümanlarına kıyam emredilmektedir. Nitekim müctehid imamlar bu konumun fıkhını açık bir şekilde vermişledir.

Ancak açıklığa kavuşturmak istediğimiz bir husus vardır.,

Dâr'ul İslam olan bir belde müstevliler tarafından istila edildiği zaman, o belde dâr'ul harp olmakta ve ogünün müslümanları dâr'ul harp fıkhıyla yükümlü bulunmaktadırlar. Şayet bu dönemde saflar ayrılır ve mücadele başlarsa, bu mücadele bin yıl da sürse o belde dâr'ul harp konumunu muhafaza eder.

Ancak, böyle bir mücadele yaşanmamışsa,

İslami anlayışları tahrif edilmesine rağmen kendilerine müslüman denilen halk, kıyam eden Hizbullahileri yalnız bırakarak hizbuşşeytanlara arka çıkmışsa,

Hizbullahi alimler şehid edilerek, söz meydanlarına Bel'amlar gelmişse,

yirmiyedi derece sevaba nail olabilmek için camilere giden halk, buradaki Bel’amları dinleyip onlara itaat ederek dinden çıkmışsa,

Eğitim ve kültür faaliyetleriyle hak olan gerçek batıl, batıl ise hak olarak empoze edilmişse,

Bu karanlık dönem birkaç nesil yaşanmış ve bunun neticesi olarak İslam'ı bilmeden sahiplenen ve yine İslam'ı bilmeden reddeden kişiler, partiler, gruplar oluşmuşsa. İşte böyle bir belde dâr'ul harp değildir ve bu beldede Allah'ın lutfuyla şuurlanan müslümanlar dâr'ul harp fıkhıyla yükümlü değillerdir. Çünkü bu müslümanların karşısında kendilerine verilen kültür ve eğitimle batılı idrak edemeden benimseyen ve hakkı idrak edemeden reddeden bir kitle bulunmaktadır.

Farazi fıkhın bu noktaya uzanmadığı aşikârdır. Ancak mücdehit imamlarını, böyle bir durumu tahayyül etmedikleri ve farazi fıkıh çerçevesine dahil etmedikleri için suçlayamaz ve onları itham edemeyiz. Kaldı ki bu mesele içtihadı bir mesele de değildir. Kur'an ve Sünnetin bütünlüğünde bu konuma örnek birçok konumlar verilmiş ve bu konumdaki müslümanlara muhkem ayetlerle kesinleşen bir yol gösterilmiştir.

Bazı kimselerin zikrettiği "İslam'ın hakimiyetindeki bir belde İslam'ın hakimiyetinden çıkarsa, bu belde tekrar İslam'ın hakimiyetine girinceye veya kıyamete kadar dâr'ul harptir.." görüşü, Kur'an'ı Kerim'e muhalif bir görüştür. Kur'an'ı Kerim'in beyanına göre birçok kavme peygamber gönderilmiş ve bu kavimlerden bazısı belli bir süre İlahi dine teslim olduktan sonra sapıklığa ve dalalete düşmüşlerdir. Dikkat etmemiz gereken husus, şanı yüce Rabbimiz dalalete düşen bu kavimlere yeni bir peygamber gönderdiği zaman, bu peygamberlerini dıÜüâr'ul harp fıkhıyla yükümlü tutarak "Bu kavim daha önce benim razı olacağım din üzereydi. Bunlar tekrar bu dine teslim oluncaya kadar bunların kanlan, canları, malları sana mubahtır." şeklinde bir hüküm beyan etmemiştir.

Kur'an'ı Kerim'e muhalif görerek benimsemediğimiz mezkûr görüşe göre İspanya, İspanya’da ikamet eden müslümanlara göre dâr'ul harptir ve buradaki müslümanlar dâr'ul harp fıkhıyla yükümlüdürler. Bu görüşü benimseyen müslümanların bir kısmı tekfir ve tahkire devam ederek tebliğe muhtaç olan insanları tebliğden uzaklaştıracak, bir kısmı ise harbi olarak gördüğü insanların mallarını gasbedecektir.

Sonuçta ne olacaktır?

İslam'dan bihaber olan İspanyol, karşısında bir gaspçı, bir soyguncu olarak gördüğü müslümanları nasıl değerlendirecektir? Bu müslümanların daveti nasıl karşılanacak, İslam cemaati nasıl teşekkül edecek ve nasıl genişleyecektir?

İspanya örneğini idrak eden "Ancak bulunduğumuz konum, zaman süreci bakımından İspanya'dan farklıdır." diyen kardeşlerimize, Kur'an'ı Kerim'in zaman sürecine ilişkin ölçüsünü belirtmemiz gerekir.

Kur'an'ı Kerim'de müslümanlara hitap eden ve müslümanların gayrimüslimlere karşı tavırlarını belirleyen İlahi hükümler, hikmetli bir gelişim göstermektedir. Uyarıp korkutma ve onlardan gelen eziyetlere sabır ile başlayan tevhidi tavırlar, müslümanların konum ve seviyesine göre değişmektedir. Cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadeleye talip olan müslümanlar, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma ve kurtuluşa çağırmakla yükümlüdürler.

Peki, hangi toplum, cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumdur?

Cahiliyenin yerleşip kökleşmesi için ne kadar süre geçmesi veya kaç nesil yaşanması gerekmektedir?

Kur'an'ı Kerim'in bu konuya ilişkin hükmü net ve açık olup, muhtelif surelerde zikredilmektedir.,

O ( Kur'an), Aziz, Rahim (olan Allah'ın) indirdiğidir. Babaları (yakın ataları) uyarılıp-korkutulmadığı için kendileri gafil olan bir kavmi uyarıp korkutman içindir. (36-Yasin 5,6)

Bu Rabbani ölçüyle yaşanılan toplumların değerlendirilmesi; caddelerdeki, kulüplerdeki, diskoteklerdeki gençliğin ve onların emekli kahvesinde pinekleyen babalarının ve yakın atalarının incelenmesi gerekir.

Yaşanılan dünyadaki mustazaflar ve müstekbirler, cahili eğitim ve kültür aşamasından geçmişler, bilerek veya bilmeyerek birçok cahili görüşleri benimsemişlerdir. Şeytani otoriteler tarafından uzun yıllardır sürdürülen propaganda faaliyetleri ile hak gizlenmiş, batıl ise hak olarak empoze edilmiştir.

Osmanlı dönemindeki saltanat sistemi, padişahlık ve saraylardaki ihtişamlı yaşantı ile kafası doldurulan yeni nesillere, bu çarpıklığın yegâne nedeni olarak dinin istismarı gösterilmiştir. Bu başlangıçtan sonra dinin istismar edilmemesi için din ile dünya işleri ayırması gerektiği izah edilmiştir.

Bunu yeterince izah etmiş olacaklar ki, beş vakit namaz kılmalarına rağmen bu sapık fikirleri savunan kitleler oluşmuştur. Bu kimseler tağut için çalışmakta ve çeşitli sloganlar altında tağut için savaşmaktadırlar. İslam'ı bilmeyen bu kimseler, İslam dini üzere olduklarını zannetmekteler ve bel'amların cennet vaadleriyle avunmaktadırlar.

Bunun yanı sıra İslam'ı savunmaya çalışan müslümanlarda da menfi değişiklikler meydana gelmiş ve bu kardeşlerimiz de insanları doğrudan doğruya Allah'a değil, dolaylı olarak çeşitli gruplara, kişisel görüşlere ve beşeri yollara çağırma gafletine düşmüşlerdir.

Bu gibi davetlerle ve cahili propaganda ile karşılaşan insanlar, bütününü ve gerçeğini kavrayamadıkları İslam'a karşı çıkmakta ve kabul etmemektedirler. Mesela bazı ülkelerde İslam'ın sosyal adaleti halka sunulmamışken, bu insanlar İslam'ın ceza hukuku ile yüz yüze getirilmişlerdir. İslam'ı bu ceza-i müeyyidelerden ibaret görüp, bu müeyyidelere göre değerlendiren birçok insan, İslam gerçeğini kavrayamamışlar ve rahmetini idrak edemedikleri İslam'a karşı cephe almışlardır.,

' Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı yüz çevirmektedirler. (21-Enbiya24)

Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. (10-Yunus 39)

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi halkında müslüman olan birçok ülkede dindar geçinen büyük çoğunluğun yaşadıkları ve yansıttıkları din, İslam değildir. Kişisel menfaatlerle gölgelenen, grupsal veya partisel çıkarlar için vasıta olarak kullanılan, beşeri eğilimlerle tevil ve tahrif edilen din, kesinlikle ve kesinlikle İslam değildir.

Ne yazık ki düşünen birçok insan, kendilerine yansıyan bu çarpık olguyu İslam olarak anlamışlar ve bu anlayışla İslam'a karşı olumsuz tavır takınmışlardır. İslam'a talip olan insanların bile, gerçek bir İslam'ı kavrayamadıkları bir dönemde; kendilerine yansıyan çarpık din anlayışına karşı çıkan zümreyi "Gerçek İslam'a karşı çıkıyorlar!." diyerek 'Harbi' olarak yaftalamak haksızlıktır. Değil günümüzde, cumhuriyete geçiş döneminde bile dine karşı tavır koyanların, gerçek İslam'a mı yoksa bid'atlar, hurafeler ve saltanat sistemiyle gölgelenen din anlayışına mı tavır gösterdikleri, incelenmesi ve göz önüne getirilmesi gereken bir meseledir.

Yaşadığımız çağda müslüman aydın, müslüman entelektüel kimlikleriyle ortaya çıkan ve İslam'a göre yabancı olan bu kimliklerle meselelere çözüm arayan bir zümre bulunmaktadır. Doğu-Batı ilişkisini inceleyerek doğunun içinde bulunduğu vahim durumu, Batı sapıklığının bir yansıması olarak gören bu aydınlar, çözüm konusunda karşı oldukları batının tesirinde kalmaktadırlar. Batı anlayışının kökeninde, herhangi bir olumsuz durumla karşılaşıldığı zaman bu olumsuz durumu meydana getiren dış sebeplere yönelme ve sebeplere karşı mücadele vardır. Bu batıcı yaklaşım, kendilerine müslüman entelektüel denilen kesim üzerinde de görülmektedir. Bu kimselere göre yegane suçlu ve menfi durumların yegane müsebbibi Batı'dır.

Tek yönlü olan bu yaklaşım, Islami bir yaklaşım değildir. Çünkü dünya tarihinin her döneminde batılı benimseyen, batılı yaşayan ve batılı yansıtan insanlar bulunmaktadır. Müslümanlara yüklenen ilk görev batılı yıkma veya batılı yok etme değil, hakkı bilip hakka sarılarak batılın olumsuz tesirinden kurtulmaya çalışmaktır. Hakkı bilen, hakkı yaşayan ve haktan taviz vermeyen toplumların, batıl propogandalardan etkilenmeleri çok güçtür. Herhangi bir toplum batıl görüşlerden etkileniyor ve batıla meylediyorsa, bu olay söz konusu toplumun haktan uzaklaştığına ve değişip bozulduğuna işarettir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de "Gerçekten Allah kendi nefislerinde olanları değiştirip-bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz." (13-Ra'd 11) buyurmaktadır.

Dünyanın hiçbir yöresinde kendileri doğru yolda olup da, sapanların etki ve gücü ile batıla düşmüş bir kavim gösteremeyiz. Çünkü doğru yolda bulunan ve bu yola teslim olan müslümanlara Rabbimiz "Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez" (5-Maide 105) buyruğu ile beyan edilen vaadi vardır.

Bu ilahi vaadin ışığında, şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerinde hiçbir nüfuzlarının olmadığını kavrayabiliriz.,Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü (nüfuzu, sultası, hâkimiyeti) ancak onu dost edinenler ile onunla O'na (Allah'a) eş koşanlar üzerindedir. (16-Nahl 99.100)

Firavun konumundaki birçok müstekbirin ve emperyalist ülke olan Amerika ve Rusya'nın, halkında müslüman olan ülkelerdeki şeytani tahakkümlerinin nereden kaynaklandığı, zikredilen ayet-i kerimelerde beyan edilmektedir. İlk sebep onların dost kabul edilmesi, İkinci sebep ise onları mutlak güç sahibi görerek, gerçek güç ve kuvvet sahibi olan Allah'a eş koşulmasıdır.

İçinde bulunan vahim duruma müsebbib arayanların, zikredilen Rabbani görüşleri tefekkür etmeleri gerekir. Suçlu aramak için uzağa gitmeye hiç gerek yoktur. Kur'an'ı Kerim'de zikredilen örneklerle, firavunlaşmış bir toplumun üç beş müslümana hiçbir şey yapamadığı ve onları saptırmadığı bilinmekteyken; müslüman olarak adlandırarak bir halkı temize çıkararak, üç-beş firavunu suçlamak ve içine düşülen menfi durumun gerçek müsebbibi olarak onları görmek büyük bir yanılgıdır. Gerçek suçlu ilahlık taslayan sahte ilahlar değil, bu sahte ilahları benimseyen, onları destekleyerek yaşatan, onların zillet verici gölgesinde yaşayan ve bütün bunlara rağmen kendilerine 'müslüman(!)' denilen halktır.

Emperyalizm birçok bölgedeki varlığını, silah zoru kullanmadan yürütmektedir. Çünkü bu bölgelerdeki halk, cahili propagandanın tesiriyle sömürü ve zulme karşı pasifize edilmiştir. Firavunlara karşı çıkmaları gerekirken, Firavunlarla birlik olup Musalara karşı çıkmaktadırlar.

İlahi din anlayışının böylesine tahrif edildiği bir bölgeye, dâr'ul İslam veya dâr'ul harp diyebilir miyiz?

Bu iki konuya şartlanmış olanlar, Nuh (a.s.)'ı hangi dar kavramına dahil edeceklerdir? Açıkça bilinmektedir ki tufan gerçekleşinceye kadar Nuh (a.s.) ve beraberindeki mü'minler ne dar'ul İslam fıkhını ve ne de dar'ul harp fıkhını uygulamışlardır.

Müctehit imamların dar'ul harbe ilişkin öne sürdükleri birçok görüş, zamanında ve mekânında doğru olan isabetli görüşlerdir. Mesela dâr'ul İslam olan bir belde müstevlilerin istilasına uğrar ve İslam fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, bu belde dâr'ul harp olmaktadır. Dâr'ul harp olan bu beldede İslam fıkhını yürürlükten kaldıran müstevliler harbidir. Çünkü bunlar hangi dine savaş açtıklarını ve kimin hükmünü yürürlükten kaldırdıklarını bilmektedirler. Dâr'ul harp fıkhına göre bu harbilerin kanı, canı, malı müslümanlara mubahtır. Bu harbileri öldürmek caiz olduğu gibi bu harbilere destek olanları da öldürmek caizdir. Çünkü bunlarda harbi hükmündedir.

İşte dâr'ul harp fıkhını kapsamına alan bu dönem bazı ülkelerde yaşanmadan veya kısmi olarak yaşanmışsa da netice almamadan geride kalmıştır. "Geride kalmıştır" diyoruz, çünkü bu dönemden günümüze gelinceye kadar birçok toplumsal değişiklikler meydana gelmiştir, Şeytani propagandalar vasıtasıyla batılı benimseyen ve batılı destekleyen kitleler oluşmuştur. Kendilerine verilen cahili kültür ile batılı destekleyen bu insanlar harbi değildir. Bu gibi toplumsal değişmeleri gözönünde bulundurmadan dâr'ul harp fıkhını günümüze veya geleceğimize uzatmak, Kur'an'ı Kerim'e uyuşmayan bir yaklaşımdır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de toplumsal değişiklikler dikkate alınmış ve İlahi din anlayışları tahrif edilerek, cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadele ile görevlendirilen müslümanlar, cahiliye mensuplarına harp açmakla değil, onları uyarıp-korkutmak ve kurtuluşa çağırmakla görevlendirilmiştir. Bu görev yerine getirilirken muhatap alınan cahiliye mensubu, kanı, canı, malı mubah olan bir harbi olarak değil, kurtulması umud edilen bir insan olarak kabul edilmektedir.

Kur'an'ı Kerim'de dâr'ul İslam ve dâr'ul harp kavramları geçmemekle beraber, değişik peygamber kıssalarında o peygamberlere yüklenen görevler zikredilerek, hangi konumun fıkhı verildiği beyan edilmektedir. Bu durumu değerlendirdiğimizde, dar meselesinin üç ayrı boyuttan önem kazandığını ve değiştiğini görmekteyiz. Bu üç boyut; toplumun yapısı, müslümanların durumu ve üçüncü olarak gayrimüslimlerin İslam'ı nasıl anladıkları ve bu anlayışla İslam'a nasıl yaklaştıklarıdır. Mesela cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumda yaşayan müslümana göre içinde bulunduğu ülke dar'ul cahiliyedir. Bu ülkede yaşayan müslüman, şeytani otoriteye karşı mücadele verirken; bu mücadelesini otoriteden ziyade şeytani otoriteyi destekleyen ve yaşatan halka karşı yoğunlaştırır. Rabbani mesajı gücünün yettiği bir çerçevede yaygınlaştırmaya çalışır. Halktan belli bir kesim şuurlanırsa, meselesini idrak eden bu kesimin şeytani otoriteleri desteklemeyeceğini ve dolayısıyla şeytani otoritelerin yıkılacağını bilir. İşte bu toplumun içinde yaşayan müslümana göre dar'ul cahiliye olan bu ülke; bir İslam devleti kurulduğu zaman, bu devlette yaşayan ve imama biat eden müslümanlar tarafından dâr'ul harp veya dâr'ul sulh olarak kabul edilebilir. Çünkü İslam devleti herhangi bir ülkenin konumunu belirlerken, o ülkede yaşayan halkı değil, yönetimi esas alır. İslam devletinin ilişkisi ve mücadelesi halktan ziyade yönetimledir. Bir ülkenin konumunu belirlerken, bu iki farklı durumu birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz. Bulundukları ülkede tevhidi bir mücadeleye girmekle yükümlü olan müslümanların, bu ülkenin konumunu kendilerine göre tespit etmeleri gerekir. Çünkü yaşamaları gereken fıkıh, kendilerinin içinde bulundukları durumun fıkhıdır.

Halkında müslüman olan birçok ülkede yaşanılan konum, cahiliye konumudur. Bu ülkelerdeki şeytani tahakkümler gücünü ve yaşama fırsatını, cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen halktan almaktadırlar. Bulunduğumuz konumda yaşamamız gereken fıkıh, dâr'ul cahiliyede bulunan müslümanların yaşamakla mükellef oldukları fıkıhtır. Dâr'ul harp fıkhı ile dâr'ul cahiliye fıkhı arasındaki farklar ise, müslümanların gayrimüslimlere karşı davranış ve yaklaşımlarında belirginleşmektedir. İslam'ı bilerek reddeden kâfirler ile İslam'ı bilmeden reddeden cahillerin hepsi, İslam'a göre gayrimüslimdirler. Kâfirler ve cahiller gayrimüslim olmalarına rağmen, İslami ölçülere sahip olan müslümanların kâfirlere ve cahillere karşı tavırları farklılık göstermektedir. Hakkı bilmelerine rağmen inkâr eden kâfirleri tekfir etmek caiz iken; cahillerin tekfir edilmeleri caiz değildir. Bu kimselerin net ve açık bir tebliğle uyarılmaları ve kurtuluşa davet edilmeleri gerekmektedir. Çünkü bütün peygamberler, insanları cennete davet etmeden cehenneme terk etmemişlerdir. Cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek destekleyen insanları İlahi hükümlerle uyarmışlar, bu insanları merhamet duyguları ile Allah'a kulluğa ve ebedi kurtuluşa davet etmişlerdir. Rahman sıfatının ışığında yapılan bu tebliğ eylemini soğuk harp olarak değerlendirmek ve dâr’ul harp çerçevesine dâhil etmek ise ayrı bir yanılgıdır.

Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber göndermeyecek olan Rabbimiz, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma görevini Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine örnek alan öncü müslümanlara yüklemektedir. Bu kutlu müslümanların dünyaya yansıtacakları Rabbani mesaj ise elbetteki Kur'an'ı Kerim'dir.

Cahiliyeyi muhatap alan ve cahiliye mensuplarını Allah (c.c.) ile karşı karşıya getiren Kur'an'ı Kerim ayetleri, belli meselelerden başlamakta ve kendisine özgü bir gelişim göstermektedir. Cahiliyeyi muhatap alan bu tebliğde; Allah inancı netleştirilmekte, cahiliyenin batıl görüşleri çürütülmekte, doğru ve gerçek bilgi verilmekte, bu bilginin gerektiği tavır emredilmekte ve sonuç olarak akibet bildirilmektedir. Bu çizgide yapılan tebliğ ile cahiliye mensubu hangi hükme karşı çıktığını, kime karşı savaş açtığını ve neyle tehdit edildiğini net ve açık bir şekilde bilmektedir. Nitekim İslam'a göre uyarıp korkutmanın gerçek mahiyeti de bu şekildedir.

Dâr'ul harp görüşünü bilinçsizce savunan ve Rabbani tebliğin mahiyetini bilmeyen kimseler, bu görüşü savunduğumuz için bizleri zor olandan kolaya sığınmakla itham edebileceklerdir. Rabbimizin emrettiği yolda zor ve kolay arasında muhayyer bırakılsaydık, elbetteki kolay olanını seçerdik. Ancak "Net ve açık tebliğ gündeme gelmelidir" derken, bu bizim şahsi tercihimiz değil, Rabbimizin bu konumdaki müslümanlara kesin emridir. Kaldı ki zor olan, silahın karşısına silahla çıkmak yerine, silahın karşısına Kitap ile Hükmullah ile çıkmaktır. Silaha sarılarak öldürmeye ve yıkmaya teşebbüs ettikleri için değil, sadece ve sadece "Rabbimiz Allah" dedikleri için işkenceye uğratılan ve şehid edilen müslümanlar, müstekbirlerin tanınmasına, katı kalblerin yumuşamasına ve insanların uyanmasına vesile olmuşlardır. Bu fedakâr müslümanların kanları ile dirilen, şuurlanan ve belli bir seviyeye gelen müslümanlar ise, zamansız savunulan dâr'ul harp fıkhını, zamanı gelince yaşayabilecek müslümanlardır.

Halkında müslüman olan ülkelerdeki bazı müstekbirlerin küfürlerinde bilinçli olması, bu ülkedeki müslümanların yaşamaları gereken fıkhı değiştirmez. Toplumsal bir çalışmayla mükellef olan müslümanlar, içinde bulundukları toplumun genel yapısını göz önüne getirmekle yükümlüdürler. Toplum içersindeki istisnaların varlığı, müslümanların o topluma karşı göstermeleri gereken Rabbani tavırları değiştirmez. Çünkü toplumsal çalışmaya etki eden faktör, toplumdaki istisnai fertler değil, o toplumun genel yapısıdır. Küfründe bilinçli olan firavunlara dahi net ve açık tebliğ gidecek ve firavunların bu tebliğe karşı gösterecekleri tavırla, firavunların gerçek yüzü halka yansıtılacaktır.

Ayrıca dünya müslümanlarının değişik konumlarda bulunmaları, bu müslümanların vahdetini engellemeyecektir. Bazı ülkelerde yaşayan kardeşlerimiz, elbette ki farklı konumlarda bulunmaktadırlar. Bu kardeşlerimiz içinde bulundukları konumu dikkate alarak, tevhidi yolun o konumdaki fıkhını yaşayacaklardır. Bu olay dünya müslümanlarının vahdetini zedeleyen bir nitelik taşımaz. Çünkü dünya müslümanlarının vahdeti, bulunan konumda değil, takip edilmesi gereken tevhidi çizgide sağlanacaktır. Vahdet için gerekli olan esas, dünya müslümanlarının aynı tevhidi çizgide bulunmalarıdır. Tevhidi çizginin değişik noktalarında bulunmalarına rağmen aynı tevhidi çizgiyi takip eden dünya müslümanları vahdetin Rabbani iklimini teneffüs edebilecekler ve aynı yolun yolcusu olan kardeşlerine gerektiği gibi sahip çıkabileceklerdir.

SÜNNETULLAH VE ÖNEMİ

Sünnet kelimesinin anlamı; adet, usul, takip edilen yol, önceden kararlaştırılmış ve tekrarlanan fiil veya daha açık bir ifadeyle belirli durumlarda tekrarlanan belirli fiiller demektir. 'Sünnet-i seniye' Resulullah (s.a.v.)'in sözlerini, emirlerini, hallerini ve hareket düsturlarını içerdiği gibi 'Sünnetullah' kavramı da alemlerin yegane Rabbi olan Allah (c.c.)'ın yaratılışla ve yaratılmışlarla ilgili değişmeyen kanunlarını içerir. Allah (c.c.)'ın gerek beşeriyet ve mahlukat aleminde, gerekse kainatın diğer hadiselerinde devam eden adetine Sünnetullah denildiği gibi, Adetullah da denilmektedir.

Şanı yüce Rabbimiz yarattığı herşey için bir yasa, bir kanun koymuştur. Yaratılmış herşey bu kanunlara, daha açık bir ifadeyle Sünnetullah'a mutlak bağımlıdır. Yaratılmışların bu kanunları değiştirmeleri veya Sünnetullah çerçevesinin dışına çıkmaları, çıkabilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu sünnetin sahibi, gerçek güç ve kuvvet sahibi olan Allah (c.c.)'dır.

Bir beşerin sünneti ile Rabbimizin sünnetini birbirinden ayrı değerlendirmemiz gerekir. Mesela bir insan, sünnetinde olan bir davranışı bazı durumlarda gösteremeyebilir. Çünkü bir beşerdir ve beşer olduğu için bazı menfi durumlardan etkilenmesi, aciz kalması mümkündür.

Oysaki Rabbimizin sünneti için böyle bir durum söz konusu değildir. Sünnetullah’ın önüne geçebilecek, Sünnetullah'ı değiştirebilecek ve erteleyebilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de bu gerçek açıkça beyan edilmektedir.,

Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. 35-Fatır43

Kâinatta müşahede ettiğimiz bütün olaylar, Rabbimizin emri ve sünneti istikametinde vuku bulmaktadır. Bazı çevrelerin tabiat kanunları dedikleri ve tabiata mal ettikleri bu olaylar, Allah'ın emri ve sünnetiyle meydana gelmektedir.

Şimdi ekmekte olduğunuzu gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirmekte olan biz miyiz? 56-Vakıa 63.64

Taneyi ve çekirdeği yaran kuşkusuz Allah 'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarıcıdır. 6-Enam 95

Şimdi içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indirmekte olan biz miyiz? 56-Vakıa 68.69

Sizin için gökten su indiren O'dur... 16-Nahl 10

Allah gece ve gündüzü evirip çevirir. Hiç şüphesiz, bunda basiret sahipleri için birer ibret vardır. 24-Nur 44

İnsanlar, yaratılışla ilgili bu kanunlara karşı acizdirler. Bu kanunları değiştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini bildikleri için, isteyerek veya istemeyerek bu kanunlara uyum sağlarlar. Yapacakları herhangi bir işi, bu kanunlara uygun olarak yaparlar. Bu kanunlara uymazlarsa, bu kanunları dikkate almazlarsa, yaptıkları işten netice alamayacaklarını bilirler. Çiftçilikte uğraşan bir insan, bilerek veya bilmeyerek tohum ve toprakla ilgili kanunlara itaat eder. Her tohumun her toprağa ekilmeyeceğini, hangi tohumun ne zaman ve ne kadar derinliğe ekilmesi gerektiğini bilir ve bütün bunları dikkate alır. Bunları dikkate almadığı zaman çalışmalarının boşa gideceğini bilir. Yazın ekilmesi gereken bir tohumu "Yazın havalar sıcak olur." diyerek kışın ekemez. Çünkü karşı karşıya bulunduğu kanunlar, onun keyfine göre değişebilecek kanunlar değildir. Bu kanunlar ona uymayacağı için, kendisi bu kanunlara uyar.

Diğer işlerde de durum aynıdır. Mesela demir serttir ve ısıtılınca yumuşar. Bu olay demiri yaratan Rabbimizin, demirle ilgili bir sünnetidir. Elindeki demire şekil vermek isteyen demirci, demiri yumuşatabilmesi için bu sünneti dikkate alması ve demiri ısıtması gerekmektedir. Aksi halde soğuk demire ne kadar çekiç sallarsa sallasın, istediği neticeye ulaşamayacaktır.

Şanı yüce Rabbimizin insan ve toplumlarla ilgili sünneti de vardır. Herhangi bir insanın sapıklığı veya hidayeti, Sünnetullah istikametinde vuku bulmaktadır. Kim ne yaparsa, nasıl davranırsa hidayete mazhar olur, bu Sünnetullah ile ilgili ayet-i kerimelerde beyan edilmektedir. Bunlardan birkaç tanesini zikredebiliriz.,

Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir... 64-Tegabün 11

Gerçekten onlar, Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidayetlerini artırmıştık. 18-Kehf 13

Allah dilediğini buna seçer ve içten kendisine yönelenleri hidayete eriştirir. 42-Şura 13

Allah bir topluluğa hidayet verdikten sonra, onlara korkup-sakınacakları şeyleri açıklayıncaya kadar, onları sapıklığa sürükleyecek değildir. 9-Tevbe 115

Allah'ın ayetlerine inanmayanları Allah hidayete ulaştırmaz ve onlar için acıklı bir azap vardır. 16-Nahl 104

Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez. 39-Zümer 3

İnsanların hidayetine veya sapıklığına ilişkin Sünnetullah olduğu gibi, toplumların durumu ve akibetiyle ilgili Sünnetullah hükümleri de bulunmaktadır. İçinde bulundukları topluma karşı duydukları sorumlulukla bazı çalışmalara yönelen kimselerin, toplumlarla ilgili Sünnetullah'ı mutlaka ve mutlaka bilmeleri ve dikkate almaları zorunludur.

Fakat ne yazık ki, halkında müslüman olan birçok ülkede İslam adı altında ortaya çıkan çalışmalarda bu Sünnetullah'tan kaynaklanmayan ve bu Sünnetullah'a zıt olan eylem biçimleriyle karşılaşılmaktadır. Toplumlarla ilgili Sünnetullah'ı bilmiyen ve dikkate almayan bu insanlar, soğuk demire çekiç sallayan demirci gibidirler. Sünnetullah'ı dikkate almadıkları için çalışmaları neticesiz kalmakta ve neticesiz kalan bu çalışmalar ne yazık ki günümüzde de devam etmektedir. Bu kişi ve grupların, toplumlarla ilgili Sünnetullah'ı idrak etmeleri, çalışmalarına ve eylemlerine bu Sünnetullah'ın ışığında yön vermeleri gerekir. Çünkü tevhidi mücadelede bizlere örnek olan bütün peygamberler, toplumsal çalışmalarında bu Sünnetullah'a göre hareket ediyorlardı. Cahili bir toplumda tevhidi mücadeleyle görevlendirilen birçok peygamberin, cahiliye mensuplarına ilettikleri davet ve bu daveti iletirken gösterdikleri tavır, Sünnetullah gerçeğinden kaynaklanıyordu.

Şüphesiz ki peygamberlerine yol gösteren şanı yüce Rabbimiz, bu Peygamberlere sünnetine uygun bir yol gösteriyordu. Peygamberlerin yoluna talip olan günümüz müslümanlarının da bu sünneti bilmeleri ve bu sünnete göre hareket etmeleri gerekmektedir.

Tevhidi yol, Sünnetullah'a uygun olan bir yoldur. Sünnetullah'a uygun olan bu yolda bulunabilmek için elbetteki Sünnetullah'a uymak zorunludur. Netice olarak Sünnetullah bizim arzu ve isteklerimize göre değişmeyeceği için, bizim Sünnetullah'a göre değişmemiz ve Sünnetullah'a göre hareket etmemiz gerekmektedir.

TOPLUMLARLA İLGİLİ SUNNETULLAH

Genel Kaide

İnsan ve toplum arasında bazı benzerlikler bulunmaktadır. Doğmak, yetişmek, gelişmek, ihtiyarlamak ve ölmek bir insan için nasıl geçerli ise toplumlar ve ümmetler için de geçerlidir. Sosyolojiye ilgi duyan kimseler, insan ve toplum için geçerli olan bu yasayı bilmektedirler. Osmanlı devletini, bu aşamaları yaşamış bir devlet olarak kabul edebiliriz. Tabi ki her devletin veya her ümmetin bu aşamaları mutlaka yaşaması söz konusu değildir. Bu konuyla ilgili ayet-i kerimede şöyle duyurulmaktadır.

Her ümmetin belli bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalabilirler, ne de bir an ileri gidebilirler. (7-A'raf 34)

Ayet-i kerimede her ümmete verilen bir süre, takdir edilmiş bir ecel olduğu beyan edilmektedir Ancak ecelin ne zaman geleceği ve hangi saat vuku bulacağı bizler için meçhuldür. Bir insanın gençlik çağında ölmesi mümkün olduğu gibi, bir devletin de en güçlü zamanında yıkılması mümkündür. Prusya veya Çin imparatorlukları ihtiyarlık ve çöküntü aşamalarını yaşamasına rağmen zamanımızdaki Çin veya Rusya bu aşamaları yaşamadan da yıkılabilir. Birçok batılı sosyolog bu görüşe karşı çıkmayacaklar "İhtiyarlık ve çöküntü aşamalarını yaşamadan, iç veya dış müdahalelerle yıkılmaları ihtimal dahilindedir" diyeceklerdir.

"Genç ve güçlü bir devletin, ihtiyarlık ve çöküntü aşamalarını yaşamadan, iç ve dış müdahalelerle yıkılmaları ihtimal dahilindedir" diyen bu sosyologların, ihtimal dahiline almadıkları bir husus vardır.

Genç ve güçlü bir devletin, beşeri müdahalelerle değil, bizzat Allah (c.c.) tarafından helak edilmesi!.

Hiç olur mu?

Bu soruyu soranlar, tarihten bihaber olan kimselerdir. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de helak olması, hiçbir nesil tarafından yalanlanmadan günümüze ulaşan mütevatir bir olaydır. Nuh tufanı, Ad, Semud ve Lut kavminin başına gelenler, yine mütevatir olarak günümüze ulaşmaktadır. Tarihçiler ve arkeologlar bu gerçekleri bilmelerine rağmen, yine de bu olayları geçmişe özgü olaylar olarak değerlendirmektedirler. Geçmişte bu gibi olayların meydana geldiğini bilmekteler fakat bir daha tekrarlanmayacağını zannetmektedirler. Tabi ki bu yaklaşım, hiçbir delile dayanmayan batıl bir yaklaşımdır. Çünkü geçmiş tarihte meydana gelen bu helaklar yine meydana gelebilecektir. Firavun ve orduları nasıl helak edilmişse, zamanımızdaki firavunlar ve orduları da helak edilebilecektir.

Bu bir kehanet mi?

Elbette ki değil!. Çünkü müslümanlar kehanete inanmadıkları gibi kehanette bulunmaktan da Allah'a sığınırlar.

O halde zamanımızdaki firavunların ve ordularının da helak olabileceklerini neye istinaden söylüyoruz?

Yoksa Hz. Musa (a.s.) tekrar gelecek mi?

Tabi ki bunu da söyleyemeyiz ve söylemiyoruz. Hem Hz. Musa (a.s.)' in tekrar gelmesine ne gerek var?

Firavun ve ordularını Hz. Musa (a.s.) helak etmedi ki, zamanımızdaki firavun ve ordularının helak edilmesi için Hz. Musa (a.s.)'a gerek duyulsun.

Güçlü bir devlet olan Firavun'u ordularıyla birlikte helak eden alemlerin Rabbi Allah (c.c.)'dır. Firavun ve ordularını helak eden Allah (c.c.) zamanımızdaki Firavunları ve bu firavunlara bağlı orduları da helak edebilecektir. Tabi ki bu helak olayı, gelişi güzel bir olay değildir. Şanı yüce Rabbimiz hiçbir ülkeyi sebepsiz olarak helak etmez ve etmemiştir.

Bu helak olayı,

Sünnetullah gereği meydana gelen bir olaydır. Geçmişteki kavimler, toplumların helakiyle ilgili bu Sünnetullah ile karşılaşıp, bu Sünnetullah ile uyarılıp ikaz edilmelerine rağmen inkârlarında devam ettikleri için bu Sünnetullah'ın gereği olan helakla karşılaşmışlardır. Zamanımızdaki Firavunlar da bu Sünnetullah'la uyarılıp ikaz edilmelerine rağmen inkârlarında devam ederlerse, aynı Sünnetullah'ın gereği olan helakla karşılaşacaklardır.

Her peygambere bu Sünnetullah gerçeği bildirilmiş ve kavimlerini bu Sünnetullah'ın gereği olan helakla uyarıp ikaz etmeleri emredilmiştir. Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber göndermeyecek olan Rabbimiz, bu Peygamber görevini günümüzdeki dünya müslümanlarına yani ümmet-i Muhammed’e yüklemektedir.

Zamanımızdaki dünya firavunlarını bu Sünnetullah ile karşılaştıracak ve bu Sünnetullah ile uyarıp ikaz edecek olan müslümanlar, bu kutlu müslümanlardır.

Peki bu Sünnetullah nedir?

Hiçbir toplumu hak etmedikleri bir helakla karşılaştırmayan Rabbimiz, herhangi bir toplumu ne gibi davranışlarından dolayı ve hangi sünneti ile helak etmektedir. İşte alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın bu konuda! kesin, değişmeyen, devamlı tekrarlanmış ve yine tekrarlanacak olan genel bir kanunu, bir adeti, bir sünneti vardır. Her toplumu, her ülkeyi, her devleti içine alan bu genel kanunu şu ayet-i kerimelerle idrak edebiliriz.,

Biz refah içinde şımarıp azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik. İşte meskenleri ki, kendilerinden sonra bunların pek azında oturulabilindi. Varis olanlar biziz.Senin Rabbin, ana merkezlerine ayetlerimizi okuyan bir resul göndermedikçe ülkeleri yıkıma uğratıcı değildir. Biz ancak halkı zulmetmekte olan ülkeleri helak ederiz. (28-Kasas 58.59 )

Biz, bir ülkeyi yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise onda (emirlerimizde)] bozgunculuk yaparlar. Artık onun üzerinde hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helak ederiz. (17-îsra 16 )

Biz hangi ülkeyi helak ettikse, muhakkak onların halkını uyaranlar olmuştur. Onlara öğüt verilmiştir. Biz zulmetmiş değiliz. (26-Şuara 208.209)

Zikrettiğimiz ayet-i kerimelerde beyan edildiği gibi, helak edilen ülkelerdeki insanlar, helak emri gelmezden önce uyarılıp ikaz edilmişlerdir. Bu uyarıp ikaz etme olayını, sadece ilahi hükümlere davet olarak anlamamalıyız. Uyarıp ikaz etme olayını sadece davet olarak anlarsak, bazı davetlerle karşılaşıp bu davetleri reddeden müstekbirlerin neden helak olmadıklarını anlayamayız. Bu müstekbirlerin söz konusu toplu helakla karşılaşmama nedeni, ülkeleri helak eden bu Sünnetullan'dan bihaber oldukları içindir. Oysaki bütün peygamberler kavimlerini İlahi hükme davet etmişler ve bu daveti kabul etmedikleri zaman Rabbimizin sünneti ile topluca helak edileceklerini açıkça bildirmişlerdir. Helak edilen bütün kavimler, uyarılıp ikaz edildikleri ve kendilerine bildirilen bir helakla karşılaşmışlardır. Bu kavimlere geçmiş kavimlerden örnekler verilmiş ve İlahi daveti kabul etmedikleri zaman, aynı Sünnetullah ile kendilerinin de helak edilecekleri beyan edilmiştir. Çünkü bu Sünnetullah'ın değişmesi veya ertelenmesi mümkün değildir.,

Artık onlar öncekilere uygulanan sünnetten başka bir şey mi bekliyorlar? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (35-Fatır 43)

Toplumların ve ülkelerin helakıyla ilgili genel kaideyi kısaca şu şekilde ifade edebiliriz: Herhangi bir ülke apaçık belgelerle Allah'ın hükümlerine davet edilir ve bu "ahi daveti kabul etmedikleri zaman Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünnetiyle helak edilecekleri kendilerine bildirilirse, bu ülkedeki insanlar söz konusu Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine girmektedirler. Ya kabul ederek kur tuluş bulurlar ya da reddederek helak olurlar. Ancak belirttiğimiz gibi apaçık belgelerle tebliğ ve Sünnetullah ile uyarının gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

Apaçık Belgelerle Tebliğ

Kur'an'ı Kerim'de zikredilen peygamber kıssalarında beyan edildiği gibi, bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi; cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen insanların, sadece ve sadece alemlerin Rabbi olan Allah(c.c.)'a kulluğa davet edilmeleridir. Peygamberlerin bu davetinde 'Lailaheillallah' gerçeği tebliğin özünü ifade etmekte, firavunluk ve firavunlara kulluk açık bir dille inkâr edilmektedir.

Bu açık tebliği gündeme getirecek olan dünya müslümanlarının önemle dikkat etmeleri gereken husus, tebliğe muhatap olan insanların Allah'ın ayetleri ile karşı karşıya getirilmeleridir. Samimi niyetlerle de yapılsa, tebliğe muhtaç olan insanların kişisel fikirlere veya kanaatlere davet edilmesi, Rabbani bir davet değildir. Böylesi davetlerde bulunan kimseler, Resulullah (s.a.v.)'in peygamberlik dönemi öncesindeki suskunluğunun nedenini idrak edemeyen kimselerdir. Mekke'deki putlardan nefretle içtinap eden Resulullah (s.a.v.), insanların bu iğrenç sapıklıklarını görmesine rağmen Allah adını kullanarak neden bir davette bulunmamıştır?

Bunun nedeni açıktır!

Çünkü Allah adını kullanarak yapılacak olan davetin, sadece ve sadece Allah'a olması gereklidir. Allah'a davet ise elbette ki Allah'ın beyan ettiği hükümlerle gerçekleşebilir. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın insanlar için neyi helal, neyi haram kıldığını ve neleri emredip, nelerden sakındırdığını bilmeden Allah'a davet ise elbetteki mümkün değildir!.

Nitekim Kur'an'ı Kerim'in önemli bir indiriliş gayesi, bizleri bu konuda aydınlatmak ve bu önemli boşluğu doldurmak içindir.

O, sadece bir öğüt ve apaçık olan bir Kurandır. Diri olanları uyarıp korkutmak ve küfre sapanların üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir). (36-Yasin 69.70)

Kur'an ile uyarılacak,

Kur'an ile korkutulacak ve yine Kur'an ile apaçık tebliğ yapılacaktır. Karşı çıkanlar hangi hükme karşı çıktıklarını, yalanlayanlar kimin hükmünü yalanladıklarını bileceklerdir.

Bu daveti, bu uyarıyı reddeden kimse, mübelliğin kişisel görüşünü değil, Allah'ın hükmünü reddetmiş olacaktır.

Çünkü toplumların ve ülkelerin helakıyla ilgili Sünnetullah, beşeri görüşlerin değil, İlahi hükümlerin yalanlanması üzerine gerçekleşmektedir. Firavunlar ve firavunların destekçileri Allah'ın hükümlerine davet edilecekler ve Allah'ın hükümleri ile karşı karşıya getirileceklerdir. Alay edip yalanladıkları zaman mübelliğin kişisel görüşünü değil, Allah'ın hükmünü yalanlamış olacaklardır. Nitekim bu dehşet verici yalanlama, onların helakına neden olmaktadır.

Ayrıca bu Sünnetullah'ın, peygamberlerin yalanlanması üzerine gerçekleştiğini de düşünemeyiz. Çünkü böyle olsaydı, Resulullah (s.a.v.)'in vefatıyla birlikte bu Sünnetullah'ın yürürlükten kalkması gerekirdi. Oysaki bu Sünnetullah günümüzde de yürürlüktedir ve daha sonra temas edeceğimiz gibi, kıyamet bu Sünnetullah'ın bir tecellisi olarak kopacaktır. Çünkü toplumların helakıyla ilgili bu Sünnetullah, peygamberlerin, yalanlanması üzerine değil, Allah'ın hükümlerinin yalanlanması üzerine gerçekleşmektedir.

Onlar yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar kendilerinden daha güçlüydüler. Toprağı işlemişler ve onu kendilerinden daha fazla imar etmişlerdi. Peygamberleri de, onlara açık belgelerle gelmişlerdi. Şu halde Allah onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.Sonra da kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onları alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu. (30-Rum 9.10)

Zikredilen ayet-i kerimede, helak edilen kavimlerin, Allah'ın ayetlerini yalanladıkları için helak edildikleri açıklanmaktadır. İlahi ayetler peygamber veya müslümanlar tarafından kendilerine iletildiğinde, bu ayetleri yalanlayanlar, peygamberleri veya müslümanları değil, Allah'ın ayetlerini yalanlamış olmaktadırlar.

Ey Muhammed ! Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. (6-En'am 33 )

Müslümanlara düşen görev, Rabbani mesajı İlahi ölçülere uygun olarak gündeme getirmektir. İnsanlar Allah'ın ayetleri ile karşı karşıya getirildiği zaman, şanı yüce Rabbimiz bu ayetlerin hak olduğunu onların kalplerine nüfuz ettirecektir.

Böylece Kur'anı mücrimlerin kalplerine sokarız, ama ona yine de inanmazlar. Oysa evvelkilere uygulanan sünnet (uğradıkları akıbet) meydandadır. (15-Hicr 12.13)

Biz ayetlerimizi hem afakta (dış alemde ), hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki; onun hak olduğu açıkça belli olacak. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (41-Fussilet 53)

Helak edilen bütün kavimler ve bütün firavunlar, helak olmazdan önce ayetlerin hak olduğunu anlamışlardır. Bunu anlamalarına rağmen sosyal konumlarını veya kişisel menfaatlerini terk etmemek için yalanlamakta ısrar etmektedirler. Rabbimiz elbette ki bu inkârcıların durumuna vakıftır. Ayetlerin hak olduğunu görmelerine rağmen nefsi marazlarla bu ayetleri inkâr ettiklerini bilmektedir. Nitekim ayet-i kerimenin sonunda "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" buyrulmaktadır. Ayetleri inkâr eden bu zelil yaratıklar, hesaba çekilecekleri zaman "Ya Rabbi biz ayetlerin hak olduğunu bilmiyorduk. Bu nedenle inkar etmiştik.." diyemeyeceklerdir. Çünkü onlara ayetlerin hak olduğu gösterilmiş ve bu durumlarına şanı yüce Rabbimiz şahit olmuştur.

Durmak bilmeden ilerleyen zaman, dünya insanlarını korkunç bir akıbete yaklaştırmaktadır. Bu akıbet mücerret olan devletleri değil, müşahhas olan insanları tehdit etmektedir. Cehennem azabına meclis duvarları veya makam koltukları değil, bu koltuklarda oturan ve bu yapıda bulunan insanlar duçar olacaklardır. Bu nedenle öncelikle insanların kurtarılması ve kurtuluşa davet edilmesi gerekmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Rabbani tebliğin gerçekleşebilmesi için insanlar sadece ve sadece Allah'a davet edilecekler ve Allah'ın hükümleriyle karşı karşıya getirileceklerdir. Çünkü Sünnetullah'ın gerektirdiği tebliğ, bu şekilde yapılması zorunlu olan apaçık bir tebliğdir. Allah'ın ayetleri ile Allah'a davet edilmelerine rağmen bu daveti reddeden toplumlar, toplumların helakıyla ilgili Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine girmekteler ve Rabbimizin bu sünneti ile helak olmaktadırlar.

Bir kavmi, bir milleti, bir ülkeyi topyekün helak eden Sünnetullah'ın, Allah’ın ayetlerinin yalanlanması ve bu ayetlere karşı çıkılması neticesinde meydana gelmesi, belki de birçok insan tarafından anlaşılmayacak ve bu insanlar "Bir ülkenin helak edilmesi gibi müthiş bir olay, sadece Allah'ın ayetleri yalanlanması üzerine mi gerçekleşiyor?" diyerek, istifhamlarını dile getirebileceklerdir. Çünkü bu insanlara şeytani telkinlerle, her şeyi hoş gören ve her şeyi affeden bir Allah telakkisi verilmiştir. Bu insanlar ne yaparlarsa yapsınlar, İlahi bir azapla karşılaşmayacakları zannındadırlar. Bu insanlara alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) yanlış ve eksik tanıtıldığı için; bu yanılgıya düşen insanlar Allah’ın yalanlanmasını, kendilerinin yalanlanması gibi kabul etmekteler ve dolayısıyla olayın dehşetini idrak edememektedirler.

Oysa bir insan diğer bir insanı yalanlayabilir. Yalanlanan insan doğru söylüyor da olabilir. Bu olayda yalanlayan da yalanlanan da bir insandır, bir beşerdir, bir yaratıktır. Böyle bir durumda yalanlayan kimse Allah (c.c.)'a karşı "Ya Rabbi benim yalanladığım söz, bir insanın sözüdür. Ben onun yanılabileceğini düşünerek yalanladım.." diyebilirdi.

Ancak, yalanlayan insanın yalanladığı söz, Allah kelamı ise !

İnsan denilen mahlûk, Allah’ın hükmünü inkâr ediyor, bu hükme karşı çıkıyor ve bu hükmü alay konusu ediniyorsa! Nedir bu?

Küçümsenecek bir olay, atfedilebilecek bir yanılgı mı?

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), ayetlerini yalanlayan bu insanları hoş mu görecek? Oysa ki şanı yüce Rabbimiz, ayetlerini inkar eden ve ayetlerini alay konusu yapan kimseleri affetmeyeceğini açıkça bildirmektedir.,

Sonra da kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onları alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu. (30-Rum 10)

İşte, toplumların helakıyla ilgili Sünnetullah, temiz akıl sahibi kimseleri dehşete düşürecek bu yalanlama üzerine gerçekleşmektedir. Yalanlanan, karşı çıkılan ve alay konusu edilen hüküm, Yaratıcının hükmü;

Yalanlayan, karşı çıkan, alay eden ise bir insan, bir mahlûktur.

SÜNNETULLAH İLE UYARI

Herhangi bir topluma Allah'ın ayetleri ile apaçık tebliğ götürüldüğü zaman, bu toplumun söz konusu Sünnetullah gerçeği ile uyarılması gerekmektedir. Helak edilen bütün kavimler, bilmedikleri veya beklemedikleri bir akıbetle değil, kendilerine apaçık ayetlerle bildirilen bir akıbetle karşılaşmışlardır. Cahili toplumlarda tevhidi mücadele ile görevlendirilen bütün peygamberler, kavimlerini sadece Allah'a kulluğa davet etmişler ve bu daveti kabul etmezlerse Allah'ın değişmeyen sünneti ile helak olacaklarını bildirmişlerdir.

Biz hangi memleketi helak ettikse, muhakkak onların halkını uyaranlar olmuştur. Onlara öğüt verilmiştir. Biz zulmetmiş değiliz. (26-Şuara 208.209)

Andolsun ki (Lut) zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp-yalanlamakta direttiler. (54-Kamer 36)

Siyer kitaplarında beyan edildiği gibi Resulullah (s.a.v.) de, diğer peygamberler gibi davete muhatap olan insanları Sünnetullah gerçeği ile uyarıp ikaz etmiştir. Utbe b. Rebia Kureyş'li müşriklerin mal, makam, para ve kadına ilişkin tekliflerini Resulullah (s.a.v.)'e iletmiş ve davadan vazgeçmesi şartıyla bu tekliflerin yerine getirileceğini bildirmişti. Utbe b. Rebia sözünü bitirdiği zaman Resulullah (s.a.v.) ona Fussilet suresini, okumaya başladı. Resulullah (s.a.v.) surenin 13. ayet-i kerimesini okuduğu zaman Utbe b. Rebia dehşete düşerek ve bazı kaynakların ifadesine göre Resulullah (s.a.v.)'in ağzını tutarak "Yeter!" demişti.

Yine yüz çevirirlerse, artık de ki: Ben sizi Ad ve Semud yıldırımına benzer bir yıldırımla uyarıp-korkuttum. (41-Fussilet 13)

Müsned'de de bildirildiğine göre Utbe b. Rebia Kureyş'li müşriklerin yanına dönünce onlara "Kabe'yi ibadethane yapan Allah'a yemin ederim ki, Ad ve Semud kavimlerini helak eden yıldırım gibi bir yıldırımla sizi korkuttu!." demiştir.

Resulullah (s.a.v.)'i örnek alma durumundaki birçok müslüman ki bunların arasında kendilerine alim denilen bazı kimseler de bulunmaktadır. Resulullah (s.a.v.)'in hareket metodundan bihaberdirler. Rabbani metoddan bihaber oldukları için tağuta karşı muğlâk bir tavır göstermekteler ve tağutun karşısına yegâne düşman olarak çıkmaktadırlar.

Cahili toplumlarda yaşayan müslümanlar, tağutu önce akidede sonra tavırlarda dışlamakla yükümlüdürler. Dünyanın birçok ülkesindeki kardeşlerimiz fert veya ilk cemaat ilişkileri merhalesinde, tağutu akidede ve tavırlarda dışlarken, kendilerini tağutun yegâne düşmanı olarak görmekteler ve tağutun karşısına bu duygularla çıkmaktadırlar. Bu şekilde çıkışın en olumsuz yönü ise; tağutun yegâne düşman olarak müslümanları görmesi, düşman olarak müslümanları tanıması ve sadece müslümanlardan sakınmasıdır.

Oysa ki, tağut yapageldiği isyankâr amellerle Allah'a karşı gelmekte, Allah'a savaş açmakta, Allah'ı gazaplandırmakta ve Allah'ın Kahhar sıfatı ile karşı karşıya gelmektedir.

Kahhar olan Allah'a savaş açan müstekbirlerin,

Müslümanlardan korkmasına veya müslümanlardan sakınmasına ise hiç gerek yoktur. Müslümanlar az da olsa, çok da olsa bu onların akıbetini değiştirmeyecektir. Çünkü şanı yüce Rabbimizin bu konuda kesin ve değişmeyen sünneti vardır. Allah'ın arzında Allah'a karşı gelen ve Allah'a karşı savaş açan müstekbirler, uyarılıp ikaz edildikleri Sünnetullah ile karşı karşıya geleceklerdir.

Tağuti sistemlerdeki azınlık müslümanların bu meseleye önemle dikkat etmeleri, tağutu, tağutun temsilcilerini ve tağutun sempatizanlarını kendileri ile değil, Allah (c.c.) ile karşı karşıya getirmeleri gerekmektedir.

Tağut'u sadece kendi güç ve kuvvetleriyle helak etmeye çalışan müslümanlar, materyalist bir güç anlayışının tesirine girmektedirler. Oysa bilinmelidir ki tağuti sistemlerin yaşama süresi, müslümanların az veya çok, güçlü veya güçsüz olmaları ile sınırlandırılmış değildir. Sünnetullah gerçeği ile uyarılıp ikaz edilen bütün tağuti sistemler, mutlaka ve mutlaka helak edileceklerdir. Müslümanların durumu hangi seviyede olursa olsun, onların akıbeti değişmeyecektir. Çünkü karşı karşıya getirildikleri Sünnetullah'ın tatbik edicisi, her şeye gücü yeten Allah (c.c.)'dır.

Elbetteki bu Sünnetullah'ı öncelikle dünya müslümanlarının anlamaları ve idrak etmeleri gerekmektedir. Bu Sünnetullah'ın günümüzde de yürürlükte olduğunu idrak eden dünya müslümanları, idrak ettikleri bu gerçekle çağdaş firavunların karşısına bir haberci, bir uyarıcı, bir korkutucu vasfı ile çıkacaklar; dünya firavunlarını, müstekbirlerini ve mustazaflarını kendileri ile değil, Allah (c.c.)'ın rahmeti ve azabı ile karşı karşıya getireceklerdir. Çünkü Rabbani yol ve Rabbani metod bunu gerektirmektedir.

Resulullah {s.a.v.)'i örnek alma durumunda olan dünya müslümanlarının, şanı yüce Rabbimizin Resulullah (s.a.v.)'e öncelikle emrettiği toplumsal tavırları bilmeleri gerekmektedir.

Rabbani daveti gündeme getiren Resulullah (s.a.v.)'in, müşriklere ve kâfirlere karşı gösterdiği ilk tavırlar nelerdir?

Tabi ki bu sorunun cevabını yine Kur'an'ı Kerim vermektedir.,

Şu halde yalanlayanlara itaat etme. (68-Kalem 8)

Artık bu sözü yalanlayanları sen Bana bırak. Biz onları nereden geldiğini bilemeyecekleri bir azaba yavaş yavaş yaklaştıracağız. (68-Kalem 44)

Onların sözlerine sabret ve onlardan güzellikle (güzel davranışlarla) uzaklaş.

Yalanlamakta olan nimet sahihlerini sen Bana bırak ve onlara az bir mühlet var. (73-Müzzemil 10.11)

Bizim zikrimizden yüz çeviren ve dünya hayatından başka hiçbir şey istemeyen kimseden sen de yüz çevir. (53-Necm 29)

De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, suçlu günahkârların nasıl bir akıbete uğradıklarını görün. (27-Neml 69)

Biz onların söylemekte olduklarını daha iyi bili yoruz. Sen onlara karşı bir zorba değilsin. (50-Kaf45)

Birkaç tanesini verdiğimiz bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere; Resulullah (s.a.v.) insanları Allah'a kulluğa davet ederken, onların karşısına bir düşman veya bir zorba vasfıyla değil, bir uyarıcı kurtarıcı vasfıyla çıkmış ve onları Allah'ın azabıyla korkutmuştur. Bu nedenle davetin ilk dönemlerinde Mekkeli müşrikler, Resulullah (s.a.v.)'in şahsından değil, söylediklerinden rahatsız olmuşlardır.

Çünkü Resulullah (s.a.v.) onları kendi şahsı ile değil, Allah ve Allah'ın değişmeyen sünnetiyle tehdit ediyordu. Onları, Sünnetullah'ın getireceği müthiş akıbet ile uyarıyor,

Bu akibet ile karşı karşıya getiriyordu..

Ahirete inanmayan insanlar,

İnanmadıkları cehennem azabıyla birlikte, dünya tarihinde müşahhas olarak gördükleri ve ülkeleri helak eden bu İlahi azap ile tehdit ediliyorlardı. Çünkü ülkeleri helak eden bu İlahi azaptan birçok örnekler, mütavatîr olarak bu kimselerin kendilerine de ulaşmıştı. Nitekim Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde, Allah'ın ayetlerini yalanlayan bu şaşkınların yeryüzünde dolaşmaları ve kendilerinden önce yalanlayan kavimlerin nasıl helak edildiklerini ibretle görmeleri istenmektedir.,

Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezip dolaşın da, yalanlayanların uğradıkları akıbet nasıl olmuş bir görün. (3-Al-i imran 137)

De ki; Yeryüzünde gezip dolaşın da, öncekilerin nasıl bir akibete uğradıklarını görün. Onların çoğu müşrik olanlardı. (30-Rum 42)

Kendilerinden önce nice kuşakları yıkıma uğrattığımızı görmüyorlar mı? (36-Yasin31)

Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir akibete uğradıklarını görsünler. (40-Mumin 21)

Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir akıbete uğradıklarını görsünler. Allah onları yerle bir etti. O kâfirler için de bunun bir benzeri vardır. (47-Muhammed 10)

Söz konusu toplumlar Allah'ın hükümleri ile Allah'a kulluğa davet edilmekte ve geçmiş kavimlerden verilen örneklerle, yalanlayan toplumları helak eden Sünnetullah ile uyarılmaktadırlar. Bu örneklerin verilmesi, onların ibret almaları ve inkarcı tavırlardan vazgeçmeleri içindir.

Kendilerinden önceki nice kuşakları yıkıma uğratmamız, onları doğruya yöneltmedi mi? Oysa onların kaldıkları yerlerde gezinip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için ayetler vardır. (20-Taha 128)

Yurtlarında gezip dolaşmakta oldukları nice kuşakları kendilerinden önce yıkıma uğratmış olmamız, onları doğru yola yöneltmedi mi? Hiç şüphesiz ounda ayetler vardır. Yine de işitmiyorlar mı? (32-Secde 26)

Bu Sünnetullah ile uyarılmalarına rağmen isyan ve küfürlerinden vazgeçmeyen toplumlar, Sünnetullah'ın gereği olarak helak edilmişlerdir. Nuh, Ad, Semud ve Lut kavimlerini uyarıp ikaz eden müslümanların azlığa müşriklerin deyimi ile zayıflığı, müstekbirler için yaşama fırsatı olmamış ve neticede Allah (c.c.)'ın vaadi ile karşılaşmışlardır. Tarihin ve arkeolojik kazıların yalanlamadığı ve hiçbir zaman yalanlayamayacağı bu hadiseler, Kur'an'ı Kerim'de ibret alınması gereken olaylar olarak zikredilmektedir.,

Bizi gazaplandırınca, biz de onlardan intikam aldık ve hepsini birden (su da) boğuverdik. Böylece onları, sonradan gelecekler için bir selef ve bir örnek kıldık. (43-Zuhruf 55.56)

Kur'an'ı Kerim'de zikredilen bu olaylar, Firavunun yolunu izleyen müstekbirler ve müstekbirleri destekleyen mustazaflar için açık birer örnektir. Apaçık ayetlerle karşılaşan ve Sünnetullah ile uyarılıp ikaz edilen insanlar, bu Rabbani davete icabet etmezlerse kendilerine vaat edilen akıbet mutlaka ve mutlaka gerçekleşecektir.,

Hiç şüphesiz, sizlere vadedilen mutlaka gelecektir. Siz aciz bırakıcılar değilsiniz. (6-En'am 134)

GAFİL HALDELER İKEN HELAK EDİLMEYECEKLER !

Geçmişte helak edilen bütün kavimlerin, beklemedikleri veya kendilerine bildirilmeyen bir helakla karşılaşmadıklarını belirtmiştik. Helak edilen bütün kavimler, toplumları helak eden bu Sünnetullah gerçeği ile uyarılıp ikaz edilmişlerdir.

Şanı yüce Rabbimiz hiçbir ülkeyi, hiçbir halkı gafil bir halde iken helak etmemiştir. Çünkü bu konuda da Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti vardır.

Biz hangi ülkeyi helak ettikse, muhakkak o ülke halkını uyaranlar olmuştur. Onlara öğüt verilmiştir. Biz zulmetmiş değiliz. 26-Şuara 208.209

Bunun sebebi, Rabbinin ülkeler halkını gafil haldeler iken onları zulüm ile helak edici olmadığındandır. 6-En'am 131

Ayet-i kerimelere dikkat edilirse, şanı yüce Rabbimiz gafil olan bir ülkenin helak edilmesini 'zulüm' olarak ifade etmektedir. "Biz zulmetmiş değiliz" veya "Rabbin zulüm ile helak edici değildir" buyruğu ile ülkelerin gafil haldelerken helak edilmedikleri, edilmeyecekleri bildirilmektedir.

Meselenin bu noktasında bir ülkede yaşayan Firavunların ve Firavunları destekleyen mustazafların topyekün helak edilmesi ile ahiret azabını birbirinden ayrı değerlendirmemiz gerekir. Dünyevi helak ile ahiret azabı birbirinden ayrı şeylerdir. Ahiret azabında helak yoktur. Cehennem azabına müstehak olan müşrikler ve kâfirler, cehennem azabının şiddeti karşısında helak olabilmek için Rabbimizin onları helak etmesi için feryat edecekler, fakat bu istekleri kabul edilmeyecektir. Birçok ayet-i kerimede beyan edildiği gibi dünyevi helak ile ahiret azabı birbirinden ayrı, birbirinden farklı şeylerdir.

Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı ve böylece kendilerine hiç ummadıkları yönden azap geliverdi. Allah onlara dünya hayatında zilleti tattırdı. Ahiret azabı elbette daha büyüktür. Bunu bilselerdi. 39-Zümer 25.26

Hiçbir ülkeyi gafil halde iken dünyevi helak ile azaplandırmayacağını beyan eden Rabbimiz, helakini veya kurtuluşunu murad ettiği kavimlere mutlaka ve mutlaka uyarıcılar göndermiştir. Söz konusu ülke halkına emirlerini ve bu emirlere karşı gelirlerse sünneti ile helak olacaklarını bildirmiştir.

Senin Rabbin, ana merkezlerine ayetlerimizi okuyan bir resul göndermedikçe ülkeleri yıkıma uğratıcı değildir. Biz ancak halkı zulmetmekte olan ülkeleri helak ederiz. 28-Kasas 58.59

Biz bir ülkeyi yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise onda (emirlerimizde) bozgunculuk yaparlar. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helak ederiz. 17-İsra 16

Sünnetullah'la ilgili bu gerçek kavrandığı zaman, peygamberlerin gönderiliş gayesi daha iyi anlaşılacaktır. Peygamberler kavimlerini İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet etmişler ve bu daveti kabul etmezlerse Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti ile helak olacaklarını bildirmişlerdir. Hepimizin bildiği gibi Resulullah (s.a.v.) son peygamberdir. Ancak Resulullah (s.a.v.)'in son peygamber olması ve Rabbimizin başka peygamber göndermeyeceği gerçeği, Resulullah (s.a.v.)'in vefatından sonraki insanların, toplumların, ülkelerin peygamber mesajından mahrum kalacakları anlamına gelmez. Çünkü Resulullah (s.a.v.)in tebliğ ettiği Rabbani mesajı yani Kur'an'ı Kerim'i kıyamete kadar muhafaza edeceğini beyan eden Rabbimiz, bu peygamber mesajını Kıyamete kadar yaşayacak insanlara, toplumlara ve ülkelere tebliğ etme görevini, Resulullah (s.a.v.)'e ümmet olan dünya müslümanlarına ve bu müslümanların arasında bulunan seçkin alimlere yüklemektedir.

Peygamberlerin bizatihi olmadığı bu dönemlerde, peygamber mesajını dünya insanlarına bu kutlu müslümanlar götüreceklerdir. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'in daveti, Resulullah (s.a.v.)'in vefatıyla son bulan bir davet değildir. Bu davet, peygamberlere ümmet olma şuurundaki seçkin müslümanlar tarafından kıyamete kadar gündeme gelecektir.

Cahiliyenin yerleştiği bir toplumda tevhidi mücadele ile görevlendirilen Resulullah (s.a.v.) insanları nasıl ki İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet etmiş ve Sünnetullah gerçeği ile uyarıp ikaz etmişse; günümüz müslümanları da dünya insanlarını İlahi hükümlerle Allah'a ve kulluğa davet edecekler ve Sünnetullah gerçeği ile uyarıp ikaz edeceklerdir. Çünkü dünya insanları Kur'an'ı Kerim'e inansalar da, inanmasalar da, akıbetleri bu yüce Kitap'taki hükümlere ve bu yüce Kitap'taki kanunlara göre olacaktır.

Ne yaparlarsa ne ile karşılaşacakları, bu yüce Kitap'ta açıkça bildirilmiştir.

Yerçekimi kanununu inkar eden bir insan, yerçekimi kanunundan kurtulmayacağı gibi,

İlahi kanunları inkâr eden insanlar, toplumlar veya ülkeler de, inkâr ettikleri bu kanunlardan kurtulamayacaklardır.

İsteseler de, İstemeseler de akıbetleri kendilerine bildirilen bu Kitap'a göre olacaktır.

Biz hiçbir ülkeyi bilinen bir kitabı (yazısı hükmü) olmaksızın helak etmedik. 15-Hicr 4

Günümüzdeki dünya müstekbirleri ve bu müstekbirleri destekleyen dünya mustazafları da Allah'ın hükümleri ile karşı karşıya getirilecekler ve bu hükümleri yalanladıkları zaman Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti ile helak olacakları kendilerine bildirilecektir.

Beşeri anlayışlar ve değerlendirmeler ile müstek-birlere veya mustazaflara öğüt vermenin fayda sağlamayacağı zannına kapılınsa bile, bu delilsiz ve mesnetsiz zan, dünya müslümanlarını İlahi davetten alıkoymamalıdır. Kur'an'ı Kerim'de, bu şekilde düşünen ve davetten umudsuz olan insanlar açık bir şekilde uyarılmaktadır.

Aralarından bir topluluk; "Allah'ın (dünyada) helak edeceği veya (ahirette) şiddetli azaba uğratacağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?" dediler. Öğüt verenler; "Rabbinize karşı bir özür için ve umulur ki sakınırlar" dediler.

Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, Biz kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları da yapmakta oldukları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azapla yakalayıverdik. 7-A'raf 164.165

Bu İlahi buyruk ile Rabbani davetin neden ve niçin yapılacağı beyan edilmektedir. Tebliğin faydasız olacağı zannı ile öğüt vermekten içtinap eden kimselere verilen cevap açıktır;

"Rabbinize karşı bir özür için ve umulur ki sakınırlar."

İlk neden özürdür. Bu özrü hem kendi açımızdan, hem de onların açısından değerlendirmeliyiz.

Rabbimizin emrettiği İlahi daveti gündeme getirmekle,

İnsanları İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet etmekle ve bu daveti kabul etmezlerse karşılaşabilecekleri akıbeti onlara bildirmekle, bizler üzerimize düşen görevi yerine getirmiş oluyoruz.

Bu görevi yerine getirdiğimiz zaman şanı yüce Rabbimize karşı "Ya Rabbi azaba müstahak olan bu insanların durumundan bizler sorumlu değiliz. Çünkü emrettiğin hükümleri, gücümüz nispetince onlara bildirdik.." diyerek, mazur olduğumuzu ifade edebiliriz. Bu Rabbani görevi yerine getirdiğimiz zaman bizlerin beyan edeceği bir özrü olurken, daveti reddeden kimselerin de hiçbir özürleri olmayacaktır. İlahi daveti reddeden kimseler "Ya Rabbi bilmiyorduk, bizlere bildirilmemişti.." diyerek bir özür ileri süremeyeceklerdir. Tabi ki İlahi daveti bu insanlara iletmesek, bu sefer bizim Rabbimize karşı beyan edeceğimiz bir özürümüz olmayacak ve kötülük yapanların uğrayacağı azap bizlere de dokunacaktır.

Oysaki Rabbimiz, bildiğimizi bildirmemizi ve bize bildirilen İlahi hükümlerle bu insanları açıkça uyarmamızı emretmektedir. Bu insanlar açıkça uyarılmalı ki, Rabbimize karşı beyan edecekleri bir özürleri, bir mazeretleri olmasın.

Ülkeleriyle, saraylarıyla, askerleriyle birlikte helak edildikleri zaman, gafil oldukları ve kendilerine bildirilmeyen bir helakla karşılaşmış olmasınlar.

Eğer biz onları daha evvel (uyarmazdan önce) azap ile yıkıma uğratmış olsaydık, şüphesiz diyeceklerdi ki: "Rabbimiz bize bir elçi gönderseydin de şu zillete ve rüsvaylığa uğramadan önce Senin ayetlerine tabi olsaydık". 20-Taha 134

Dünya müslümanlarının bu İlahi hükümleri idrak etmeleri ve eylemlerine bu idrak ile yön vermeleri gerekir. Rabbani davete muhatap olan dünya insanlarına mutlaka ve mutlaka bu davet götürülecektir. Haktan ve hakikatten habersiz olan insanları, toplumları, devletleri gizli faaliyetlerle helak etmeye çalışmak, müslümanlara emredilen Rabbani bir davranış değildir. Bu gibi faaliyetleri yürüten kimselerin, Rabbimizden yardım istemeye de hakları yoktur. Çünkü Rabbimizin emrettiği davranış, emrettiği yol bu değildir.

Dünya insanları açık, apaçık ayetlerle cennete davet edilecekler, bu daveti reddettikleri ve küfürlerinde ısrar ettikleri zaman cehenneme terk edileceklerdir. Hiçbir peygamber, kavmini cennete davet etmeden cehenneme terk etmemiştir. Peygamber varisi alimlerin ve bu alimlere tabi olan müslümanların da bu sünnete dikkat etmeleri gerekir.

İlahi davetin gündeme getirilişindeki ilk nedenin özür olduğunu belirtmiştik. Aynı ayet-i kerimede ikinci neden de zikredilmektedir.,

"Umulur ki sakınırlar !"

İlahi davetin gündeme getirilişindeki ikinci neden, onların kurtuluşunu arzu ve umud ettiğimiz içindir.

Belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar, belki firavunluktan ve firavunlara kulluktan vazgeçerler,

belki hakkı bilip, batıldan içtinap ederler,

belki kurtuluş bulurlar,

belki...’’

Yazar kitabımızın ‘’Sünnetullah'ın Tecellisine Ait Örnekler’’ bölümünde Kur’an’ı Kerim’in toplumların akibeti ile ilgili  Nuh, Ad, Semud, Lut ve firavun kavimlerine ait örenklere yer vermiş.

‘’SÜNNETULLAH’IN GERÇEKLEŞMESİ ÜZERİNE

İslami Kişilik

 

Kur'an'ı Kerim'de zikredilen peygamber kıssalarını ve Resulullah'ın (s.a.v.) tevhid mücadelesini inceleyen kardeşlerimiz, bütün peygamberlerin Sünnetullah gerçe­ğinden hareket ettiklerini müşahade edeceklerdir. Tevhi­di hareketin kalkış noktasında toplumların akıbetiyle ilgili Sünnetullah'ı esas alan bütün peygamberler, kavimleri­ni İlahi hükümlerle sadece Allah'a kul olmaya davet etmişler ve bu daveti götürdükleri kavimlerine; "Size açıkça bildirilen İlahi daveti kabul etmeyip yalanlarsanız, İlahi daveti yalanlayan önceki kavimlerin helak olduğu gibi mutlaka siz de helak olacaksınız" diyerek, onları Al­lah (c.c.)'ın kesin ve değişmeyen sünneti ile uyarıp-ikaz etmişlerdir.

 

Müstekbirler ve müstekbirleri destekleyen mustazaflar Allah (c.c.)'ın hükümlerine davet edilmekte ve da­veti kabul etmeme durumunda yine Allah (c.c.)ın tehdidi ile karşı karşıya getirilmektedirler. İlahi daveti gündeme getiren peygamberler ise sadece bir uyarıcı, bir korkutucu durumundadırlar.,

 

Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen ancak öğüt verici hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanıcı değil­sin. 88-Ğaşiye 21.22

 

Bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) son peygamberdir. Şanı yüce Rabbimiz zamanımıza yeni bir peygamber göndermeyecektir.

 

Peki neden ?

 

Resulullah (s.a.v.) neden son peygamberdir?

 

Evvel ve ahir ilmi ile yaşadığımız dünyadaki insan­ların böylesine zelil bir duruma düşeceğini bilen Rabbi­miz, yeni bir peygamber göndermeyerek bu insanları başıboş mu bırakmaktadır?

 

Elbetteki hayır..

 

Ayrıca günümüzdeki insanları uyarıp korkutmak için yeni bir peygambere gerek de yoktur. Çünkü Resu­lullah (s.a.v.) efendimizle birlikte gönderilen Rabbani mesaj ilk günkü tazeliği ve temizliği ile elimizde bulun­maktadır. Bu Rabbani mesajın nasıl ve ne şekilde gündeme getirileceği ise Resulullah (s.a.v.)'in sünnetin­de örneklendirilmektedir.

 

Efendimiz (s.a.v.)'in son peygamber olmasının ve Kur'an'ı Kerim'in Rabbimiz tarafından korunmasının hik­metini bir arada değerlendirirsek, Rabbani görevimizi açıkça kavrayabiliriz. Yaşadığımız dünyadaki müstekbirleri ve mustazafları uyarıp korkutarak kurtuluşa çağırma eylemi, son Peygamber (s.a.v.)'e ümmet olma bilincindeki dünya müslümanlarını muhatap almaktadır.

 

Rabbani mesajı net ve açık bir şekilde gündeme getirecek olan bu müslümanların,  cahili birikimlerden arınarak İslam'i bir kişiliğe kavuşmaları gerekmektedir, cahili toplumlarda yetişen müslümanlar, bilerek veya bilmeyerek cahili kültür ve eğitim faaliyetlerinin tesirinde almaktadırlar. Cahili sistemlerde yetişmelerine rağmen Allah (c.c.)'ın lütfü ile bazı gerçekleri idrak eden ve dolayısıyla İslam'a gönül veren bazı kardeşlerimizde cahi­li değer ölçülerinden ve cahili yaklaşımlardan kaynaklanan değişik tavırlarla karşılaşılmaktadır. Bu kardeşlerimiz her fırsatta "Allah (c.c.)'ın rızası için ne ya­palım?" sorusunu sormaktadırlar. Oysa Allah (c.c.)'ın rızası için bazı eylemlere talip olan bu müslümanların öncelikle Allah (c.c.)'ın emrettiği kişiliğe sahip olmaları gerekir. Çünkü gayri İslam'ı kişiliklerle, İslam'ı eylemlerin yerine getirilmesi, getirilebilmesi mümkün değildir.

 

Daveti kabul eden müslümanların İslami bir kişiliğe kavuşabilmeleri için Rabbani değer ölçülerine sahip çıkarak cahili birikimleri terk etmeleri gerekmektedir. Nite­kim Kur'an'ı Kerim'de bu durum dikkate alınmakta, dave­ti kabul eden müslümanlardaki cahili birikimlere Rabba­ni değer ölçüsü ile müdahale edilmektedir.

 

Müslümanın yetişmesini ve yetiştirilmesini içeren bu İlahi metodun, müslümanlarca dikkate alınması ge­rekmektedir. İlahi daveti kabul ederek İslam dairesine gi­ren müslümaniarı muhatap alan ayet-i kerimeler kendi bütünlüğünde ve nüzul esprisi dikkate alınarak incelen­diği zaman, daveti kabul eden bir müslümanın kâmil bir müslüman durumuna gelebilmesi için nasıl bir metod ta­kip edildiği açıkça müşahade edilecektir.

 

Müslümanların bilgi ve şuur seviyelerini yükseltme gayesiyle değişik faaliyetlerde bulunan kimselerin büyük çoğunluğu gelişi güzel bir program takip ettikleri için, muhatap aldıkları müslümaniarı karmaşık bir yapıya sürüklemektedir. Takip edilen bu faaliyet programlarına "gelişigüzel" dememizin nedeni, bu programların mak­satsız oluşu ve daha da önemlisi Kur'an'ı Kerim'de be­yan edilen eğitim metoduna mutabık olmayışıdır. Tabi ki birbirinden kopuk, maksatsız ve istikrarsız olan bu çalışmaların, müslümanları arzu edilen bir duruma ge­tirmeyeceği aşikârdır.

 

Kur'an'ı Kerim'de müslümanları muhatap alan ayet-i kerimeler sadece bilinçle ilgili olmadığı gibi sade­ce tavırla da ilgili değildir. Ancak bilinçle ve tavırla ilgili olan ayet-i kerimeler genel nüzul sırasına göre değerlendirilirse, bu ayet-i kerimeler arasında ahenkli bir bütünlük olduğu müşahade edilir. Entellektüel zihniye­tin tesirinde kalarak, müslümanların bilgi ve şuur sevi­yelerini yükseltmek için çok yönlü program takip eden kimselerin bu konuya önemle dikkat etmeleri gerekir. Çünkü müslümanlara şuur ve bilinç telkin eden ayet-i kerimeler maksatlı ve hikmetli bir seyir takip etmektedir. Müslümanlardan bulundukları aşamada hangi hak tavır istenecekse, bu hak tavrın bilgisi ve şuuru verilmektedir. Müslümanlardan bulundukları aşamada istenecek olan davranışın bilgisi ve şuuru verildiği gibi, bilgisi ve şuuru verilen davranış mutlaka emredilmektedir. İslam'da gündem anlayışı bu bilinçle ortaya konmaktadır. Müslümanlardan istenecek olan davranışın bilgisi ve şuuru verilmekte, bilgisi ve şuuru verilen davranış ise mutlaka emredilmektedir.

 

Bu önemli hususu İdrak eden kardeşlerimiz, müslümanlara bilgi ve şuur vermek için yürütülecek olan faaliyetlerin hangi maksada binaen yürütülmesi gerektiğini de idrak edeceklerdir.

 

Bu maksat,

 

Müslümanların bulundukları aşamada emredile­ni veya nehy edileceği davranışlarla ilgilidir.

 

İslam adına insanlara ulaştırabileceğimiz birçok gerçekler vardır. Bu gerçeklere gelişi güzel yaklaşmak ve bu gerçekleri gelişi güzel gündeme getirmek, Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen Rabbani metoda uygun değildir. Böyle bir yaklaşım Rabbani metoda uygun olmadığı için, gündeme getirilen hükümler Rabbani hükümler olsa dahi bu hükümlerin hikmeti ile karşılaşabilmek mümkün değildir. Çünkü Rabbani bir hükmün hikmeti ile karşılaşabilmek için, bu hükmün zamanında ve mekânında gündeme getirilmesi gerekmektedir. Bütün bunları dikkate alarak müslümanlardan bulundukları aşamada Allah (c.c.) için istememiz gereken davranış ne ise, bu davranışın bilgisini ve şuurunu vermekle yüküm­lü olduğumuzu idrak etmeliyiz.

 

Bazı kardeşlerimiz muhatap aldıkları insanlardan, bilgisini ve şuurunu tebliğ etmedikleri davranışları bekle­mektedirler. Oysa muhatap aldıkları insanlardan, ver­medikleri bir şeyi beklemeye hakları yoktur. Muhatap aldıkları insanlardan Allah (c.c.) için hangi davranışı isteyeceklerse, bu davranışın bilgisini ve şuurunu verme­leri ve ayrıca bu davranışa engel olan cahili birikimleri izale etmeleri gerekmektedir.

 

Genel olarak verdiğimiz bu örnek, söz konusu yanılgının bir yüzünü teşkil etmektedir. Yanılgının öteki yüzünde ise entellektüel zihniyetin tesirinde kalan kardeşlerimiz bulunmaktadır. Bu kardeşlerimiz her islami gerçeği yazmayı, okumayı, konuşmayı İslami bir vecibe telakki etmektedirler. Basın yayın dünyasında bu gibi olaylarla devamlı karşılaşılmaktadır. Recm meselesi İslam devleti için bir problem değil iken, bırakın devlet olmayı cemaat olmayan müslümanların gündemine girmekte ve aylarca tartışılmaktadır. Recm meselesi İslami bir mesele olmasına rağmen bu meselenin söz konusu müslümanların gündemine girmesine "islamidir" diyemeyiz.

 

Rabbani bir maksadı gözetmeden gündeme giren mesele sadece recm meselesi mi?

 

Ebetteki değil..

 

İçinde bulundukları durumu idrak etmeden savaş hükümlerine ve savaşla ilgili örneklere ağırlık vererek müslümanları teşvik ettikten sonra, içinde bulundukları durumu hatırlayarak; "Tabi ki şimdi durmamız gerek" di­yen kimselerde de aynı şaşkınlık bulunmaktadır. Bunlar bir ayağı ile gaza, bir ayağı ile frene basan acemi şoförler gibidir!. Muhatap aldıkları insanlara ne için, ne sunduklarının idrakinde değildirler.

 

İlahi daveti gündeme getirecek olan öncü müslü­manlann net bir İslami kişiliğe kavuşabilmeleri için yine Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen terbiye metodunun esas alınması gerekmektedir. Daveti kabul eden bir müslümanın, cahili birikimlerden arınarak kamil bir müsiüman durumuna gelebilmesi için takip edilmesi gereken bu terbiye metodu, birbirine bağlı ve aşamalı bir gelişim göstermektedir. Hangi durumlardaki müslümanlara, hangi aşamalarda ne gibi meselelerin götürüleceği ve bu müslümanlara hangi tavırların yükleneceği söz ko­nusu eğitim metodunda beyan edilmektedir.

 

Bütün İslami hareketlerde daveti gündeme getiren ve davete icabet eden veya harekete yön veren ve yön verilen olmak üzere iki kesim bulunmaktadır. İlahi daveti gündeme getirerek harekete yön veren öncü müslümanların sorumluluğu, davete icabet eden ve kendilerine vaziyet edilen müslümanların sorumluluğundan çok daha fazladır. Dolayısıyle öncü müslümanlara yükle­nen bazı Rabbani yükümlülükler sadece bu müslü­manları mükellef tutmakta ve hareketin belli bir aşamasına kadar genele şamil kılınmamaktadır. Tabi ki bu yükümlülüklerin yerine getirilebilmesi için, bu yükümlülüklerle mükellef olan öncü müslümanlann iman, sabır, tevekkül ve merhametle ilgili konularda ol­gunlaşmaları gerekmektedir.

 

Bu gibi konularda olgunlaşan ve Sünnetullah'a yakinen iman eden müslümanlar,   İlahi daveti dünya müstekbirlerine ve mustazaflarına götürmeye namzet olan müslümanlardır.  Allah’a ve Sünnetullah’a iman eden ve bu İlahi sünnet istikametinde hareket eden Müslümanların durması veya durdurulması mümkün değildir.

 

Sünnetullah'a İman

 

Sünnetullah gerçeği ile karşılaşan müslümanların bu gerçek ile doğrulabilmeleri için, Sünnetullah gerçeği­ne yakinen iman etmeleri gerekmektedir. Bir hükmü bil­mek, bu hükümle doğrulabilmek için yeterli değildir. Birçok yazımızda değindiğimiz gibi bir hükmü bilmek ile bu hükme iman etmeyi birbirinden ayrı değerlendirme­miz gerekir.

 

Bilmek ve bilinene iman etmek!..

 

Ne fark var aralarında?

 

Kendimizi ve bizi kardeş bilen müslümanları aldatmadan açık sözlülük ile şu cevabı verebiliriz; "Bilmek ve bilinene yakinen iman etmek arasında ne fark varsa bizler ile ashab-ı kiram arasında da o kadar fark vardır; Bizim bildiğimiz birçok hükmü o kutlu insanlar da biliyor ancak bizden farklı olarak bu hükümlere yakinen iman ediyorlardı.

 

Bilen bir insan oturabilir..

 

Salt bilgiyi putlaştırarak, bildiklerini yaşamadan, bildiklerini yaşatmadan bilmediklerini öğrenmeye çalışa­bilir. Bildiklerine yakinen iman eden insanlarda ise böylesi tavırlar yoktur. "Kalk" hükmüne iman eden bir müslümanın oturması veya oturmaya rıza göstermesi mümkün değildir. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de zikredilen birçok Rabbani eylem "Ey bilenler" ifadesiyle bilenleri değil, "Ey iman edenler!." ifadesiyle, iman edenleri mu­hatap almaktadır. Kur'an'ı Kerimin muhatap aldığı bu müslümanlar, yine Kur'an'ı Kerim'de tarif ve tafsil edilen müslümanlardır.

 

Günümüzde yaşayan ve Kur'an'ı Kerim'e muhatap olduklarını söyleyen müslümanlar, acaba Kur'an'ı Ke­rim'in muhatap aldığı müslümanlar mıdır?

 

Bu soruya düşünmeden olumlu cevap verenler, Kur'an'ı Kerim'i ve günümüz müslümanlarını tanıma­yan kimselerdir. Mesela Kur'an'ı Kerim'de müslümanları, cahiliyyeyi ve bütün insanları muhatap alan ayet-i kerimeler vardır. Günümüz müslümanlarını, (müslümanları muhatap alan değil) cahiliye mensuplarını muhatap alan ayet-i kerimeler ile ikaz etmek durumunda kaldığımız zaman,

 

İşte o zaman,

 

Müslüman olduklarına hüsnüzan ettiğimiz bu kim­selerin ne durumda olduklarını açıkça müşahede ediyoruz.

 

Yaşadığımız çağdaki insanları olumsuz yönde et­meyen diğer bir durum, Kur'an'ı Kerim'in bindörtyüz yıl önce nazil olmasıdır. Meseleye yüzeysel bakan insan­lar, bindörtyüz yıl önce nazil olan ve güncelliğini yitirmiş eski bir kitaba yaklaşım psikolojisi içindedirler. Bu psikoloji değişik dozlarda birçok müslümanda da bulunmaktadır.

 

Bindörtyüz yıllık bir Kitab'a yaklaşım psikolojisi!.

 

Bu psikoloji nedeniyledir ki,

 

Allah (c.c.)'ın hükümlerine ve Kur'an'ı Kerim'e iman ettiğini söyleyen birçok kimse, Kur'an'ı Kerim'i oku­ma arzusunu ve merakını duymamaktadır. Bu kimselere Kur'an'ı Kerim'den bazı ayetler okuduğunuz zaman boş ve anlamsız gözlerle size bakmaktalar ve kupkuru bir ifade ile "Evet, doğru" demektedirler. Kur'an'ı Kerim'i bindörtyüz yıl önce nazil olan ve güncelliğini yitirmiş bir kitap olarak kabul ettikleri için, karşılaştıkları ayet-i kerimeleri düşünmeye, anlamaya ve hatta dinlemeye gerek duymadan, kabul ve tasdik ettiklerini söyleyebil­mektedirler. Kitabı reddedenlerin birçoğunda da aynı psikoloji bulunmaktadır. Onlar da bindörtyüz yıllık, eski ve güncelliğini yitirmiş bir Kitab'ı reddettiklerini zannet­mektedirler.

 

Oysaki bindörtyüz yıl önce nazil olan bu yüce Ki­tap dünümüzden, bugünümüzden, yarınımızdan ve geleceğimizden kesin haberler vermekte ve bu özelliği ile zamanlar üstü evrensel bir Kitab olduğunu açıkça ilan etmektedir.

 

Kur'an'ı Kerim'in bugünümüze, yaşadığımız olaylara ve içinde bulunduğumuz duruma hitap ettiğini idrak demeyen müslümanlarda, Kur'an'ı Kerim'e karşı müsbet olmasına rağmen cansız bir tavır vardır. Hz. İsa (a.s.) yeryüzüne inse ve insanlara Kur'an'ı Kerim'den bazı ayet-i kerimeler okusa, hiç şüpheniz olmasın ki bu ayet-i kerimelere karşı dehşetli bir yaklaşım olacaktır. Bu ayet-i kerimeler yeni nazil olmuş gibi insanların gündemine girebilecektir. Hâlbuki aynı ayet-i kerimeler aynı güzellikteki veciz ve heybetli üslubu ile Kur'an'ı Kerim'de yazılı bulunmaktadır.

 

Ortak sorunumuz,

 

Hükümleri bilmenin ötesinde, hükümlere yakinen iman etme sorunudur. Bilmek ve iman etmek arasındaki farkı belirginleştirebilmemiz için insanı ve insan fıtratını tanımamız gerekmektedir. Elbetteki insan fıtratının fiziki özellikleri üzerinde değil, psikolojik yapısı üzerinde dur­mamız ve bu yapıya açıklık getirmemiz gerekecektir.

 

İnsanlar, yaşadıkları dünyaya yabancı kalmama­ları ve ilahi imtihan olan olaylar karşısında müsbet veya menfi tavır gösterebilmeleri için bazı özelliklere sahip olarak yaratılmışlardır. Bu özellikler; dili, ırkı, rengi ne olursa olsun tüm insanların ortak özellikleridir. Bütün insanlarda bulunan bu ortak özelliklere, ortak temayül­ler de diyebiliriz. Mesela her insan sevmeye, sevilmeye, korkmaya, bilmeye, itaat etmeye, yaşamaya... Vs. mey­yal olarak yaratılmıştır. İnsanların yaratılışında olan bu ortak temayüller, insanların fıtratını meydana getirmek­tedir. Yaratılmış olan bütün insanların fıtratlarında bu ortak temayüller bulunmakta ve dolayısıyla benzerlik göstermektedir.

 

Yeni doğan bir çocuğun fıtratını oluşturan bu te­mayülleri, kendilerine has özellikleri olan içi boş kutular olarak tasavvur edebiliriz. Sevmeye ve korkmaya mey­yal olmalarına rağmen; nelerin sevilip, nelerden korkulacağını, bilmemektedirler. Daha sonra anne, baba ve yakın çevreden müdahaleler başlar. Fıtraten korkmaya meyyal olan çocuğa; "Şunlardan korkacaksın" denilerek, temayüllerden meydana gelen fıtri boşluklar doldurulma­ya başlanır. Çocuklara ister İslami kültür, ister cahili kültür verilsin, bu çocuklarda değişen şey fıtrat değil, fıtri boşluğun içine konan malzemelerdir. Daha açık bir ifade ile ; yetişkin müslümanla, yetişkin kafirin fıtratlarında önemli bir değişiklik yoktur. Bu insanların fıtratlarını oluşturan ortak temayüller, gelişmiş veya az gelişmiş olarak her iki insanda da varlığını sürdürmektedir.

 

Mü'min ve kafir olan gençlerin her ikisi de sevmeye meyyaldir, korkmaya meyyaldir, sevilmeye meyyaldir, yaşamaya meyyaldir.. Bu iki genç arasındaki değişiklik, fıtri temayüllerde değil, bu temayüller ile sahiplenilen şeylerdedir.

 

Her ikiside fıtraten korkmaya meyyaldir; müslüman genç Allah'dan korkarken, kâfir genç tağuttan ve güç sa­hibi gördüğü müstekbirlerden korkmaktadır.

 

Her ikiside fıtraten sevmeye meyyaldir; müslüman genç Rabbani ölçüye göre sevilmesi gerekenleri sever­ken, kâfir olan cahili ölçüye göre sevilmesi gerekenleri sevmektedir.

 

Her ikisi de fıtraten sevilmeye meyyaldir; müslüman genç Allah (c.c.) ve Rasulü (s.a.v.) tarafından sevilmeyi isterken, kafir olan, toplum ve çevresindeki değer verdiği insanlar tarafından sevilmek istemektedir.

 

Her ikisi de fıtraten var olmaya ve bu varlığı yaşa­maya meyyaldir; müslüman genç gerçek ve ebedi olan cennet hayatına talip olurken, kâfir olan gördüğü geçici dünya hayatına talip olmaktadır.

 

Fazlalaştırabileceğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı üzere; insanlarda değişen fıtri temayüller değil, bu temayüller ile kabullendikleri şeylerdir.

 

Tebliğe ve davete ilişkin kitap yazan birçok kardeşimizin yeterince anlayamadığı ve açıklık getireme­diği önemli bir husus vardır; Fıtratın tanınması ve teb­liğde fıtratın muhatab alınması...

 

Müslümanların gafil olduğu bu meseleden, şeytan aleyhillane gafil değildir. Şeytan, insan fıtratını tanımakta, fıtratı muhatab almakta ve fıtratla uyuşabile­cek vesveseler vererek, o insanı sapık ve karanlık vadi­lere sürükleyebilmektedir. Fıtraten korkmaya meyyal olan insanlara; müstekbir korkusu, açlık korkusu, hapis korkusu ve işkence korkusu... vs. gibi vesveseler verir­ken, bu insanların fıtratını muhatap almaktadır.

 

Kur'an ve Sünnetin bütünlüğünde beyan edilen Rabbani mesajın; insan fıtratına ve toplum psikolojisine muhteşem bir yaklaşımı vardır. Bu yaklaşımlardaki ince­liği ve hikmeti idrak edebilecek olan kardeşlerimiz, insan fıtratını ve toplum psikolojisini de idrak edeceklerdir, islam, insan fıtratını muhatap almakta ve temayüllerden meydana gelen fıtri boşlukları, Rabbani değerler ile dol­durmaktadır. Çünkü islam, insan fıtratının boşluk kabul etmediğini, boşluğa karşı tahammülsüz olduğunu bil­mektedir.

 

İslam bilir;

 

Müdahale etmediği, kontrol altına almadığı, biçimlendirmediği, doldurmadığı fıtri boşlukların, şeytan ve dostlarının müdahalesine maruz kalacağını, onlar ta­rafından şeytani malzemelerle doldurulacağını...

 

Evlatlarımızı, yavrularımızı ve kardeşlerimizi yetiş­tiren mü'mine bacılarımız ve genç annelerimiz bu ciddi meseleye önemle dikkat etmeleri gerekmektedir.

 

Ey mü'mine bacılarımız !

 

Sizler İslam toplumunun mürebbiyelerisiniz, bu top­lumun en aziz öğretmenlerisiniz. Sizlerin terbiyesi ve kutlu öğretisi altında yetişebilecek olan kardeşlerimiz, dava yolunda bizlerin gururu olacaktır. Bu çok önemli ve büyük görevi yerine getirirken, çocuklarımızın fıtratı­nı lütfen göz önünde bulundurunuz. Temayüllerden meydana gelen fıtratın boşluk kabul etmediğini, sizin doldurmadığınız fıtri boşlukları şeytan ve dostlarının dolduracağını bilerek; tertemiz olan fıtratlara, tertemiz olan Rabbani değerleri sununuz.

 

Biliniz,

Çok iyi biliniz ki,

 

Farkına varamayıp yok kabul ettiğiniz, önemseme­diğiniz, ihmal ettiğiniz bazı fıtri temayüller şeytan ve dostlarının müdahalesine maruz kalacaktır. Yetişmekte olan yavrumuz, evde ve yakın çevresinde dolduramadığı fıtri boşluğunu, başka çevrelerde doldurmaya çalışacak­tır.

 

Dünyayı tanımayan, iyi ve kötü, doğru ve yalan nedir bilmeyen çocuklarımız, belli bir yaşa kadar duy­dukları ve gördükleri her şeyi alırlar. Mesela siz onlara bir masal anlatırsınız. Bu size göre masaldır. Masalın ve yalanın ne olduğunu bilmeyen çocuklara göre gerçek bir olaydır. Siz masalı anlatırken, onlar hayal dünyalarında bu masalı canlandırarak yaşarlar. Masalda verilmek istenen mesaj ne ise, o mesajı büyük bir sada­katle alırlar. Şeytan ve dostları bu nedenle değişik ma­sallar hazırlatmakta ve özellikle televizyonlarda gösteri­me koyarak, çocuklarımızın temiz dünyasına girmekte­dirler.

 

Çocuklarımıza yiyecek olarak ne verdiğimize, ne yedirdiğimize dikkat ettiğimiz gibi; onlara ne an­lattığımıza, ne duyurduğumuza ve ne gösterdiğimize de dikkat etmeliyiz.

 

Evet, bunlara, bütün bunlara dikkat edebilmeliyiz ki; çocuklarımızın, özlediğimiz müslümanlar olabilmele­ri için, umud ve dua etmeye hakkımız olabilsin.

 

İslam insan fıtratını muhatap aldığı gibi; şeytan aleyhillanenin de insan fıtratını muhatap aldığını belirt­miştik.  İslam, fıtratı muhatap alarak bir insana yak­laştığında;  vereceği mesele ile ilgili o insanın fıtri boşluğunda şeytani malzeme varsa bunları inkâr etmek­te ve temizlediği fıtri boşluğa hayat dolu gerçeği sun­maktadır. Rabbani tebliğin özü olan "La ilahe illa Allah" gerçeğinde; tebliğe muhatap olan insan nasıl ki sahte ilahları inkâra ve Allah (c.c.)'i yegâne Rab olarak tasdik etmeye davet ediliyorsa; davetle ilgili diğer meselelerde de Rabbani yaklaşım aynıdır. Bu meselelerde de cahili değerleri inkâra, Rabbani değerleri tasdik etmeye davet vardır.

 

Hükümle karşılaşmak ve hükmü bilmek ile hükme iman etmek arasında fark olduğunu zikretmiştik. Duyu­lan veya okunan ayetleri bilmek ile, bu ayetlere iman etmek arasındaki farkı aynı düzlemde değerlendirebiliriz.

Herhangi bir konuda, birbiriyle çelişen veya birbiriy­le uyuşmayan birçok görüşler olabilir. Her görüş, konu­ya yaklaşım mantığına ve kullandığı değer ölçüsüne göre sıhhatli ve doğru bir görünüm arz edebilir. Beşer kaynaklı birçok görüşte doğruluk ve yanlışlık ihtimali bulunduğu için; bu görüşlerle karşılaşan insanlar, bu görüşleri bilmek ile yetinebilirler. Bu bilgilerde kesinlik olmadığından, birbirlerini tekzip ve inkâr ettiremezler. Herhangi bir konuda, birbiriyle uyuşmayan değişik görüşlerin aynı anda, aynı insanda bulunabilmesi bu nedenledir. Bu insan, herhangi bir konudaki değişik görüşleri bilmesine rağmen, bu görüşlerden hiçbirisine iman etmemiştir. Çünkü bir hükme, bir görüşe iman et­mek; görüşün ve hükmün doğruluğuna inanmak, bun­dan emin olmak demektir. Herhangi bir görüşün doğruluğuna inanıp, bundan emin olan kimse, o görüşe iman etmiş olur ki; bu görüşe iman, bu görüşle çelişen diğer görüşleri inkâr etmeyi gerektirir. Bu nedenle, bir hükme iman etmek; bu hükümle çelişen, bu hükümle uyuşmayan diğer hükümleri inkâr etmek anlamına gelir.

 

Hak bir hükümle karşılaşan müslümanın bu hükmü düşünmesi, kendi iç dünyasına ve fıtratına yö­nelerek bu hükümle çatışan, bu hükümle uyuşmayan cahili görüşleri, cahili değerleri inkâr ederek ayaklar altına alması ve karşılaştığı hak hükümle ilgili olan fıtri yönünü bu şekilde arıtarak, hükmü tasdik etmesi ge­reklidir.

 

Bu yapılıyor mu?

 

Bütün Rabbani hükümlere bu şekilde yaklaşılıp, bu şekilde iman ediliyor mu?

 

Boynumuzu bükerek hafif bir fısıltı ile "Hayır" diye­ceğiz. Bu fısıltılarımız birleşerek, yaşadığımız coğrafya­da bizleri utandıracak ve bizlere, bizleri tanıtacak bir haykırış olacaktır.,

 

HAYIR !

 

Karşılaştıkları Rabbani hükümleri tasdik etmelerine rağmen, bu tasdiğin gereği olarak cahili görüşleri inkâr etmeyen kimselerin iç dünyası, büyük şehirlerde ku­rulan "bitpazarı" görünümündedir. Birbirine zıd, birbiriyle uyuşmayan birçok unsur, bitpazarı görünümündeki bu iç dünyalarda bir arada yaşayabilmektedir!.

 

Hakkı kabul ve tasdik etmelerine rağmen, iç dün­yalarına yönelerek bu hak ile çatışan batıl görüşleri tesbit ve inkâr etmedikleri için, hak ve batıl görüşler aynı dünyada yaşayabilmektedir.

 

İman hakkında bu kısa bilgiyi verdikten sonra "Sünnetullah'a iman" ifadesi ile ne kastettiğimiz daha açık anlaşılabilecektir. Sünnetullah gerçeğine iman eden müslümanlar, bu gerçeğe ilişkin herhangi bir şüphe ve korku taşımayan müslümanlardır. Bu kutlu müslümanlar, ellerinde tuttukları taşı bıraktıkları zaman bu taşın yere düşeceğine nasıl inanıyorlarsa,

 

Zikredilen Sünnetullah gerçeğine de aynı kesinlik ile inanan,  iman eden müslümanlardır.

 

İman ettikleri Sünnetullah gerçeği ile doğrulan ve Sünnetullah'ın gerektirdiği tebliği İslami bir kişilikle gündeme getiren bu müslümanlar, aynı zamanda Sünnetullah'a ilişkin İlahi vaadlere mazhar olan müslü­manlardır.

 

Mü'minlere vaadler

 

Kur'an'ı Kerim'de beyan edildiği gibi şanı yüce Rabbimizin mü'minlere birçok vaadleri bulunmaktadır. Müslümanlara yönelik bu vaadler dünyevi ve uhrevi olup, Kur'an'ı Kerim'in birçok yerlerinde zikredilmektedir. Uhrevi vaad, hepimizin bildiği gibi Allah (c.c.)'ın hoşnutluğu ve cennettir. Dünyevi vaadlerin bize göre en önemlisi ise hidayet, mağfiret, yardım ve nusrettir. Tabi ki bu ilahi vaadlere iman edenler, korkup sakınanlar, tevbe edenler, Allah (c.c.) ve Resulünü ve mü'minleri dost edinenler, Allah'a tevekkül edip, tevekkül ettikleri Ailah (c.c.)'ın rızası için cehd edenler mazhar olacak­lardır.,

 

Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir. Allah her şeyi bilendir.(64-Tegabün 11)

 

Hiç şüphesiz ki Allah, iman edenleri dosdoğru yola iletir.(22-Hacc54)

 

Yine de Allah'a tevbe edip bağışlanma istemeye­cekler mi? Oysaki Allah (c.c.) bağışlayandır, esirge­yendir.(5-Maide 74)

 

Kim Allah'tan korkup sakınırsa, Allah onun kötülüklerini örter ve onun ecrini büyütür.(65-Talak 5)

 

Ey iman edenler, siz Allah (in rızası için peygam­bere ve müslümanlar)a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sabit kılar.(47-Muhammed 7)

 

Bizim uğrumuzda mücahede edenlere, biz elbette-ki onlara yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, ih­san edenlerle beraberdir.(29-Ankebut 69)

 

Sünnetullah gerçeği ile doğrulan, kavimlerini İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet eden, daveti kabul et­mezlerse onları dünyevi helak ve ahiret azabı ile tehdit eden peygamberlerin birçoğu cahiliye mensupları tarafından sürgüne gönderilmişlerdir.   "Rabbimiz Allah" dedikleri için sürgüne mahkûm olan bu mü'minler, Rab kabul ettikleri ve teslim oldukları Allah (c.c.)'ın vaadine mazhar olmaktadırlar. Bu İlahi vaad, sürgüne gönde­rilen mü'minlerin, sürülüp çıkarıldıkları ülkelere varis olmalarıdır.,

 

Küfre sapanlar, peygamberlerine dediler ki: "El-betteki sizi kendi toprağımızdan süreceğiz ya da dini­mize mutlaka döneceksiniz." Bunun üzerine Rableri kendilerine: "Hiç şüphesiz o zalimleri helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi o yurda mutlaka yerleştire­ceğiz, îşte bu, makamımdan ve uyarmamdan korkan içindir."(14-İbrahim 13–14 )

 

Yakında seni neredeyse bu yerden çıkarmak için tedirgin edecekler. O takdirde kendileri de senden son­ra pek az kalacaklardır.(17-İsra 76)

 

Seni sürüp-çıkaran memleketinden kuvvet bakımından daha güçlü nice memleketler vardı ki, biz onları yıkıma uğrattık da onlara hiçbir yardımcı da yoktu.(47-Muhammed 13)

 

Dünya müslümanlarının çeşitli yayın organlarında sık sık gündeme getirdikleri bir hüküm vardır. Bu hüküm Kur'an'ı Kerim'in Kasas suresinde zikredilmekte­dir.

 

Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere (muşta-zaflara) lutufta bulunmak, onları önderler yapmak ve varisler kılmak istiyoruz.(28-Kasas 5 )

 

Peki bu nasıl olacaktır?

 

Daha açık bir ifade ile bu İlahi vaadi gerçekleştiren sebep nedir?

 

Mustazafları muhatap alan bu İlahi vaadin kilit nok­tası ve anahtarı, zikredilen ayet-i kerimenin devamında bulunmaktadır.,

 

Ve onları o yerde -kuvvet ve güç sahibi olarak-yerleşik kılalım. Firavuna, Haman'a ve askerlerine, onlardan sakınmakta oldukları şeyi gösterelim.(28-Kasas 6)

 

Ayet-i kerimede beyan edildiği gibi Firavun, Haman ve askerleri bilmedikleri, gafil oldukları bir akibetle değil, kendilerine apaçık ayetlerle bildirilen ve bu nedenle kuşku ile korkup sakındıkları bir akibetle karşılaşmış­lardır. Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki müstekbirlerin helak edilmesi ve mustazafların söz konusu İlahi vaade mazhar olabilmeleri için müstekbirlerin sakınır duruma getirilmeleri, daha açık bir deyişle bu müstekbirlerin Sünnetullah gerçeği ile uyarıhp-tehdit edilmeleri gerek­mektedir.

 

"Gafil haldeler iken helak edilmeyecekleri" bölü­münde açıkladığımız gibi bu müstekbirlerin İlahi daveti kabul ederek felah bulmaları veya daveti reddederek he­lak olmaları için, Sünnetullah'a uygun tebliğ ile yüz yüze getirilmeleri gerekmektedir. Kasas suresinde zikre dilen İlahi vaade mazhar olmayı umud eden dünya müslümanlarının da öncelikle bulundukları ülkelere bakmaları ve bu ülkelerde yaşayan çağdaş firavunların, Allah (c.c.)'ın azabından sakınıp-sakınmadıklarını tesbit etmeleri gerekir. Tabi ki bu tesbiti yapabilmeleri zor ol­mayacaktır. Çünkü dünyadaki birçok müstekbir, Fira­vun ve taraftarlarının Kızıldeniz'de helak olduklarını bil­mekte, ne var ki kendilerinin de birer firavun konumunda olduklarını idrak etmemektedirler. Şeytani vesveseler ve bel'amların cennet vaadleriyle avunan, avutulan bu in­sanlar kendilerini seçkin kimseler kabul etmekte ve zevk-ü sefa içerisinde yaşamaktadırlar. Allah (c.c.)'ı gök tanrısı olarak kabul eden ve yeryüzündeki ta­hakkümlerini kendi çıkar ve menfaatlerine uygun olarak sürdürmek isteyen bu müstekbirler, yerlerin, göklerin ve bütün alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ı kendilerin­den ve yaptıkları zulümlerden gafil zannetmektedirler. Allah (c.c.)'ı kendilerinden gafil zanneden bu insanların kendileri gafildir. Bu gaflet nedeniyledir ki firavunlara özgü eylemleri yaparlarken, kendilerini birer Musa zannedebilmektedirler. Aralarında bazı istisnalar olsa da bu insanlar gafildir. İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet edilip Sünnetullah gerçeği ile uyarılıp-ikaz edilmeleri ge­rekmektedir.

 

Mısır firavununun cesedi bozulmamış ve çürümemiş bir şekilde Nil vadisinde bulunduğu zaman bazı müslüman grupların gündemine girmiş ve Allah (c.c.)'ın kudretine işaret eden bir mucize olarak dile getirilmiştir.

 

Peki, Rabbimizin muradı bu muydu?

 

Yerler, gökler ve her ikisi arasındakiler Rabbimizin kuvvet ve kudretini gözler önüne sermekteyken ve Kur'an'ı Kerim ayetleriyle bunlara işaret edilmekteyken, Firavun'un necis cesedi Allah (c.c.)'ın kudretine işaret ol­sun diye mi, sadece bunun için mi binlerce yıl çürümeden tutulup, yaşadığımız çağda ortaya çıka­rıldı!.. Dünya müslümanları bu olayı düşünmelidir.

 

Neden çürümeden muhafaza edildi?

 

Neden bir başkası değil de Firavun'un cesedi?

 

Neden yüz yıl, bin yıl önce değil de zamanımızda ortaya çıkarıldı?

 

Bu bir örnek, temiz akıl sahipleri için bir ibrettir. Öncü müslümanlar bu örnek ile çağdaş firavunların ne­cis cesedine işaret ederek; "Allah {c.c.)'ın ayetlerini ya­lanlarsanız, davet edildiğiniz Allah (c.c.)'ın hükmüne karşı gelirseniz İŞTE AKIBETİNİZ!." diyeceklerdir. Allah (c.c.)'ın firavunlara va'dettiği akıbeti, çağdaş firavunlara ve firavunlukta ısrar eden çağdaş müstekbirlere müşahhas bir şekilde göstereceklerdir.

 

Onlardan korkmadan,

 

Onlardan çekinmeden ve onlara taviz vermeden net ve açık tebliği gündeme getirecekler, firavunların yolunu izleyen çağdaş müstekbirleri Sünnetullah gerçeği ile uyarıp-ikaz edeceklerdir.

 

Mü'minleri muhatap alan ve Sünnetullah'ın tecellisiyle ilgili olan İlahi vaadlerden birisi de, zalimler helak edilirken mü'milerin kurtarılmasıdır. Bu İlahi vaadi ise, ayrı ve müstakil bir başlıkta değerlendireceğiz.

 

CAHİLİYYENİN SÜNNETULLAH'A KARŞI TAVRI

 

Allah dilediğini seçer

Cahili sistemlerin ve cahiliye mensuplarının İlahi davet karşısında ilk tepkileri, gündeme gelen meselele­rin yanı sıra bu meseleleri gündeme getiren davetçinin şahsına yöneliktir. Bilindiği gibi cahili sistemlerin kendi­lerine özgü değer ölçüleri bulunmaktadır. Bu cahili değer ölçülerine göre herhangi bir insanın değerli ola­bilmesi için mal, mülk, makam gibi cahiliyenin değer ver­diği unsurlara sahip olması gerekmektedir.

 

Cahili sistemlerde vazedilen her hüküm, cahili sis­temlerdeki müstekbirlerin çıkar ve menfaatlerini gözet­tiği gibi zikrettiğimiz değer ölçüsü de cahili sistemlerde­ki müstekbirlerin maslahatına uygun olarak tesbit edil­mektedir. Mal, mülk, makam gibi unsurlara sahip olan müstekbirler, bu unsurlara sahip olan insanları değerli ve seçkin insanlar kabul ederek dolayısıyla kendilerinin değerli ve seçkin olduklarını empoze etmektedirler.

 

Tabi ki cahili değer ölçüsüne göre seçkin ve değerli olmanın getirdiği birçok imtiyazlar da bulunmaktadır. İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklarına ka­rar verme, insanları kullanma ve insanlara tahakküm etme yetkisi, cahili sistemler tarafından değerli kabul edilen bu müstekbirlerin tasarrufundadır. Bunlar insan­ların malına, mülküne, kazancına, emeğine, şerefine, namusuna, ırzına dokunan fakat kendileri dokunulmaz olan kimselerdir. İşte bu dokunulmazlar kendi çıkar ve menfaatlerine dokunan İlahi hükümleri gündeme geti­ren davetçinin şahsını cahili değer ölçüsüyle değerlen­direrek, bu müslümana alaycı bir üslupla; "Sen kimsin?" demektedirler.

 

Sen kimsin?

 

Elbetteki "Sen kimsin?" derken, muhatap aldıkları müslümanın ismini sormuyorlar. Bu sorunun muhteva­sında "Sen nelere sahipsin ki böyle boyundan büyük işlere kalkışıyorsun" ithamı bulunmaktadır. Ve bu müslümana; "Malın yok, mülkün yok, bizlere karşı bir üstünlüğün yok. O halde haddini bil" denilmektedir. Tabi ki müslümanın ve müslümanların verdiği cevap gayet açıktır; "Bizi Allah (c.c.) seçti. Bilmemiz gerekenle­ri bizlere bildirerek bizleri şuurlandırdı ve bildiğimiz gerçekleri sizlere de bildirmemizi emretti."

 

"Bizi Allah (c.c.) seçti" ifadesi, kendilerini seçkin insan kabul eden müstekbirleri daha çok tahrik etmekte ve bu tahrik ile sapık ithamlara sürüklenmektedir.

 

"Bizim gibi seçkin ve değerli insanlar varken Allah (c.c.) sizi neden seçti? Allah (c.c.) seçecek olsaydı, bi­zim gibi değerli insanlar varken sizin gibi değersiz insan­ları seçmezdi. Siz kesinlikle yalan söylüyorsunuz."

 

Tarihin her döneminde Rabbani mesaj ile karşıla­şan cahiliye mensupları, bu gibi itirazlarda bulun­muşlardır. Kur'an'ı Kerimin Resulullah (s.a.v.)'e nazil olması karşısında Mekke'li  müşrikler benzer itirazlarını ifade etmişlerdir.,

 

Dediler ki:   "Bu  Kur'an,   iki  şehirden  birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" (43-Zuhruf 31)

 

Nefs ve hevalarından kaynaklanan her isteği ka­nunlaştırmaya alışık olan bu müstekbirler, yeni bir ka­nun teklifinde bulunmaktadırlar!. Fakat bu yeni kanun teklifi gözleri bağlanmış, kafaları iğdiş edilmiş halka değil, bu halkı yaratan Yaratıcıya sunulmaktadır. Cahili değer ölçüsüne göre kendilerini "Büyük adam" kabul eden bu sapıklar, kendilerini yaratan Allah'a karşı; "Ma­dem Kuran'ı indirecektin, bu Kur'an'ı bizim gibi büyük adamlardan birine indirmeli değil miydin?" demektedirler. Bu önerinin içerdiği küfri anlam, tefsir edilmeye gerek duyulmayacak kadar açıktır. Mekke'li müşriklerin bu küfrün önerisine karşı, şanı yüce Rabbimizin verdiği ce­vap ayet-i kerimenin devamında zikredilmektedir.,

 

Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştır­maktadırlar'?(43-Zuhruf 32)

 

Bu bir lutuftur, bu bir ikramdır, bu bir rahmettir.

 

Rabbinin lutfunu,

 

Rabbinin ikramını,

 

Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edecekler?

 

Bu konuya onlar mı karar verecekler,

 

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştıracaklar?

 

Allah (c.c.) onlara böyle bir yetki vermediği gibi on­ların cahili isteklerine göre karar verecek de değildir. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) dilediğini seçer, dilediğini rahmetine dahil eder.

 

Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, seçim onlara ait değildir. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir, yücedir.(28-Kasas 68)

 

De ki: "Lütuf ve ihsan şüphesiz Allah'ın elinde­dir, onu dilediğine verir. Allah rahmeti geniş olan ve] her şeyi hakkıyla bilendir."(3-Al-i İmran 73)

 

Şanı yüce Rabbimizin kimleri seçtiğini, kimlere rah­met ettiğini Kur'an'ı Kerim'de zikredilen örneklerde müşahade edebiliriz. Bu örnekler incelendiği zaman söz konusu seçimin, cahili değer ölçüsünden müstağ­ni olduğu idrak edilecektir. Fiziki yaratılışın üstünlük vesi lesi olmadığı Adem (a.s.) ile şeytan aleyhillane arasında vuku bulan secde olayında beyan edilmektedir. Adem (a.s.)'a secde etmeme nedenini; "Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın" diyerek açıklayan şeytan, fi­ziki yaratılışın bir üstünlük vesilesi olduğunu iddia edi­yordu. Oysaki Rabbani düzlemdeki üstünlük, ya­ratılmışlara Yaratıcının lütfü ile verilen fiziki uzuvlar ve bu uzuvların meziyetleri ile değil, bu uzuvları ve bu me­ziyetleri Allah'ın rızasına uygun bir şekilde kullanmakla  tahakkuk etmektedir. Mesela Allah (c.c.)'ın lütfettiği akıla sahip olmak, mutlak bir üstünlük vesilesi değildir. Rab­bani değer ölçüsüne göre; Allah {c.c.)'ın lütfettiği akılı küfri yol ve sapık düşünce metodlarında kullanan insan, akıla sahip olmayan hayvanlardan daha aşağı de­recededir.

 

Fiziki yaratılışın bir üstünlük vesilesi olmadığı gibi yaratılmış olan insanların yaratılmış olan mal, mülk, para gibi unsurlara sahip olmaları da bir üstünlük vesi­lesi değildir. Cahili değer ölçüsüne göre mutlak birer değer kabul edilen bu gibi unsurlar, Rabbani değer ölçüsüne göre kullanılış maksadına binaen değer ka­zanmaktadır. Bu ikisi arasındaki fark, mülke (geçici ola­rak) sahip olan Karun ile Süleyman (a.s.) arasındaki fark gibidir.

 

Kulları arasından dilediğini seçen Rabbimiz, bu seçimini cahiliye mensuplarının isteklerine göre değil kendi muradına göre yapmaktadır. Seçilmiş ve kutlu in­sanlardan olan Nuh (a.s.)'ın sosyal konumu, Yusuf (a.s.)'ın bir köle oluşu, ibrahim (a.s.)'ın kavmini davet ettiği zaman yaşı küçük bir genç oluşu, Lut (a.s.)'ın maddi bir güce ve nüfuza sahip olmayışı, mütekellim-i ezeli olan Rabbimizin karşılıklı konuşmak için milyarlar­ca insan arasından dili tutuk olan Musa (a.s.)'ı seçmesi, İsa (a.s.)'ın babasız olarak yaratılması, Resulullah (s.a.v.)'in yetim ve ümmi olması bu konudaki açık örneklerdendir. Bu örneklerden çıkarmamız gereken sonuç ise şanı yüce Rabbimiz, İlahi davet ile karşılaşan bir kavmin, davetçinin şahsından ziyade davete icabet etmelerini murad etmesidir. Çünkü ilahi davet, davetçi ile değil; davetçi, teslim olduğu ve gündeme getirdiği ilahi davet ile değer kazanmaktadır.

 

Sünnetullah'a uygun hak tebliği gündeme getirecek olan günümüz müslümanları da benzer cahili tavırlar ve cahili ithamlarla karşılaşabileceklerdir. İlahi davet ile karşılaşan cahiliye mensupları, karşılaştıkları İlahi daveti çıkar ve menfaatlerine uygun görmedikleri için reddet­mek isteyecekler ve bazıları İlahi daveti, davetçinin şahsında küçük düşürmeye çalışarak; "Mala, makama, etikete, unvana sahip değilsiniz ki sizi ciddiye alalım, size icabet edelim" diyebileceklerdir. Diploma, unvan veya makam sahibi bel'amlar söz meydanlarına koşturacaklar, müslümanların gündeme getirdiği İlahi mesajı değil, müslümanların şahsını tenkid ederek; "Hiçbir ma­kama ve unvana sahip olmayan bu ayak takımını ciddi­ye almayınız, onları dinlemeyiniz" diyerek salyalı ağızla­rıyla feryad edeceklerdir. Bu konuda sözü fazla uzat­mamıza gerek yoktur.

 

Allah (c.c.) dilediği kulları seçer!..

 

Mucize ve sonuçları

 

Sünnetullah'ın gerektirdiği İlahi davetle karşılaşan cahiliye mensupları, daveti gündeme getiren şahsın bir beşer olması üzerinde durmaktalar ve: "Allah elçi olarak bir beşer mi gönderdi" veya "Bizler, bizim gibi bir beşe­re mi tabi olacağız" diyerek itiraz etmektedirler.

 

Kendilerine hidayet (rehberi) geldiği zaman, in­sanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: "Allah elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?" demelerinden başkası değildir.(17-İsra 94)

 

Andolsun biz Nuh'u kendi kavmine (peygamber olarak) gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim Allah'a kul­luk edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur, yine de korkup-sakınmayacak mısınız?" Bunun üzerine, kavmindeki önde gelen kafirler dediler ki: "Bu sizin ben­zeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah dikseydi, el-betteki (bize) melekler indirirdi. Biz evvelki ata­larımızdan bunu duymadık. O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin." (23-Mü'minun 23..24)

 

İlahi daveti gündeme getiren davetçi bir beşer olduğu için davete ve davetçiye karşı çıkan cahiliye mensupları, davetçiden bazı taleplerde bulunmaktadır.,

 

Dediler ki: "Bu nasıl peygamber ki (bizim gibi) yemek yemekte ve çarşılarda dolaşmaktadır? O'na, kendisiyle birlikte uyarıp-korkutucu olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi? Ya da kendisine bir hazi­nenin bırakılması veya (meyvalarmdan) yiyebileceği bir bahçesi olması (gerekmez miydi)?" Ve zalimler (müslümanlara) dediler ki: "Siz büyülenmiş bir ada­ma tabi oluyorsunuz." Bak senin için nasıl örnekler verip (böylece) saptılar. Artık onlar (hidayete) hiçbir yol bulamazlar.(25-Furkan 7..9)

 

Cahiliyenin meseleye yaklaşım mantığı açıktır. Da­veti gündeme getiren peygambere: "Mademki peygam­ber olduğunu iddia ediyorsun, peygamberliğini ispat et" demektedirler. Bu sorunun ve bu isteğin mahiyetinde, peygambere iman etmeyi inkâr vardır. Cahiliye mensupları peygambere iman etmek değil, peygamberin pey­gamber olduğunu müşahhas olarak görmek istemekte­dirler. Bunlar inanmaktan ziyade bilmek istemekte ve imandan yüz çevirmektedirler. Zamanımızdaki bazı cahi­liye mensuplarında bulunan "Görmediğime inanmam" mantığı da, aynı cahili mantığın bir uzantısıdır.

 

Kavimlerini sadece ve sadece Allah'a kulluğa davet eden bütün peygamberler, cahiliye mensuplarının muci­ze talebi ile karşılaşmışlardır. Mucize isteği, bu nedenle cahiliyenin geleneksel bir isteği haline gelmiştir.,

 

Dediler ki: "Sen ancak büyülenmişlerdensin, bi­zim benzerimiz olan bir beşerden başkası da değilsin, eğer doğru sözlülerden isen bir ayet (mucize) getir-görelim."(26-Şuara 153.. 154)

 

Dediler ki: "Hayır, (bunlar) karmakarışık düşler­dir. Hayır, onu kendisi düzüp-uydurmuştur. Hayır, o bir şairdir. Böyle değilse, evvelkilere gönderildiği gibi bize de bir ayet (mucize) getirsin."(21-Enbiya 5)

 

Mucize talebi, cahillere özgü bir taleptir. Mucize talebinde bulu­nan cahiliye mensupları, kimden ne istediklerinin idrakin­de değildirler.

 

Bütün alemleri ve bu alemlerin içindekilerini yara­tan Allah (c.c.)'dan mucize talebinde bulunulmaktadır. Neyi ispat için?

 

Allah (c.c.)'ın kuvvet ve kudretini mi? İlim sahibi geçinen bazı kimseler,

 

Yaratıcı olmasaydı hiçbir yaratılmışın olmaya­cağını idrak edemiyorlar mı?

 

Yaratılmış her şeyin bir mekâna muhtaç olduğunu, var olan her şeyin mekânın içinde var olduğunu görmele­rine ve bilmelerine rağmen yine bir varlık olan mekânın ve bütün mekânların neyin içinde var olduğunu düşün­müyorlar mı?

 

Mekânlar ötesini ve bütün mekânları kuşatan kud­reti düşünüp, bu kudretin ancak ve ancak zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah (c.c.)'ın kudreti olduğunu idrak etmiyorlar mı?

 

Yerdeki bir kum zerresi, Yaratıcıya inanmayan bir insanın Yaratıcıya inanması için yeterli bir mucize, bir ayet değil mi? Müşahade ettiğimiz kâinat ve bu kâinatı müşahede eden varlığımız birer ayet değil mi?

 

Temiz akıl sahipleri için,

 

Düşünenler için,

 

Örnek ve ibret alanlar için bunlar yetmiyor mu?

 

Yetmiyor!. Cahili değer ölçüsüne şartlanmış kim­seler için bunlar, bütün bunlar yetmiyor!.

 

Bütün bunları olağan kabul eden bu insanlar, ola­ğanüstü şeyler bekliyorlar!.

 

Hâlbuki talep ettikleri ve istedikleri mucize gerçek­leştiği zaman, bu mucizenin onlara getireceği sorumlu­luklar vardır. Mucize talep eden ve tecelli eden mucize ile karşılaşan kimselerin sorumlulukları artmakta, işleri zorlaşmakta ve bu kimseler Allah (c.c.)'ın affından ve mağfiretinden uzaklaşmaktadırlar. Talep ettikleri mucize­yi görmezden evvel yaptıkları hataların affedilmesi umud edilirken, mucizeyi gördükten sonra mucizeye rağmen yaptıkları isyan ise azapla karşılık bulmaktadır.,

 

Dediler ki: "Sen ancak büyülenmişlerdensin, bi­zim benzerimiz olan bir beşerden başkası da değilsin. Eğer doğru sözlülerden isen bir ayet (mucize) getir-görelim." (Salih) Dedi ki: "işte (istediğiniz mucize) bu dişi devedir. Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yaka-layıverir."

 

Derken onu kestiler, fakat pişman oldular. (Çünkü) azap onları yakalayıverdi. Şüphesiz ki bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.(26-Şuara 153.. 158 )

 

Semud halkı mucize talebinde bulunmuş ve kendi­lerine mucize olarak dişi bir deve gönderilmiştir. Bunun bir mucize olduğunu bilen Semud halkı, yine de bu mu­cizeden hoşnut olmamıştır. Çünkü gönderilen mucize onların su hakkını kısıtlamıştır. Daha önce sadece ken­dilerine ait olan suyu, mucize olarak gönderilen dişi deve ile paylaşmak zorunda kalmışlardır. Netice ise ayet-i kerimede beyan edildiği gibidir.

 

Kur'an'ı Kerimde zikredilen örneklerden anlaşılacağı gibi mucize talebinde bulunan ve tecelli eden mucize ile karşılaşan kâfirler genellikle iman etmemiştir. Nite kim Resullulah (s.a.v.)'den mucize talep eden müşrik ve kâfirlere verilen cevapta bu gerçek beyan edilmektedir.

 

Dediler ki: "Hayır, (bunlar) karmakarışık düşler­dir. Hayır, onu kendisi düzüp-uydurmuştur. Hayır, o bir şairdir. Böyle değilse, evvelkilere gönderildiği gibi bize de bir ayet (mucize) getirsin."

 

Kendilerinden evvel helak ettiğimiz hiçbir ülke iman etmemişti, şimdi bunlar mı iman edecek?(21-Enbiya 5..6)

 

Bizi ayet (mucize)ler göndermekten, evvelkilerin onları yalanlamasından başka bir şey alıkoymadı..   ,(17-îsra 59)

 

Cahili sistemlerin azapla helak edilmelerini yakın­laştıran mucize talebi, aynı zamanda mü'minlerin de sakınmaları gereken bir taleptir. Ölülerin nasıl diriltileceğini görmek isteyen İbrahim (a.s.)'a "İnanmıyor mu­sun?" diye sorulması ki bu soruyu soran Allah {c,c.) onun inandığını biliyordu ve Havarilerin gökten bir sofra indirilmesine ilişkin taleplerine verilen cevap, örnek ve ibret almamız gereken meselelerdir.,

 

Havariler: "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O da: "Eğer inanmışlarsanız Allah'tan korkup-sakının" demişti. (Havariler yine ) dediler ki: "İstiyoruz ki on­dan yiyelim, kalplerimiz tatmin olsun, senin bize gerçekten doğru söylediğini bilelim ve buna şahitlerden olalım." Meryem oğlu İsa dedi ki: "Ey Al­lah 'im, ey bizim Rabbimiz, bize gökten bir sofra in­dir ki bizim hem evvelimiz, hem ahirimiz için bir bay­ram ve Senden bir ayet (mucize) olsun. Bizi mıh­landır, sen rızık vericilerin en hayırlısısın"

 

Allah dedi ki: "Şüphesiz ben bunu size indirici­yim. Artık (bundan) sonra sizden kim nankörlük eder­se, ben onu muhakkak ki alemlerden hiç kimseyi azaplandırmayacağım bir azapla azaplandıracağım.("Maide 112.. 115)

 

Mucizenin ne olduğunu ve getirdiği sorumluluğu bizlerden çok daha iyi idrak eden İsa (a.s.)'ın, havarilerin isteğine, "Eğer inanmışlarsanız Allah'tan korkup-sakının" diyerek cevap vermesi, bu istekten hoşnut ol­madığını ifade etmektedir. Burada önemli bir noktaya temas etmemiz gerekir. Müslümanlar herhangi bir muci­ze talebinde bulunmadan tecelli eden bazı mucizelere şahit olmalarının getirdiği zorluk yoktur. Havariler daha önce İsa (a.s.)'dan tecelli eden bazı mucizelere şahit ol­malarına rağmen böylesi bir tehdit ile karşılaşmamış­lardı. Bu İlahi tehdit, mucizeyi onların talep etmesi üzerine gerçekleşmiştir. Çünkü böyle bir mucize talebi, Allah'a ve Allah (c.c.)'ın peygamberine iman eden mü'minlere yakışmayacak bir taleptir.

 

Havariler İsa (a.s.)'ın uyarısına rağmen mucize is­teklerinde ısrar edince, İsa (a.s.)'ın gönüllerimize se­vinç veren bir hikmet ve incelik taşıyan duasıyla karşıla­şıyoruz; "Ey Allah'ım, ey bizim Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki bizim hem evvelimiz, hem ahirimiz için bir bayram ve Senden bir ayet (mucize) olsun..." Peygamberlere özgü bir incelik taşıyan bu duada­ki "Hem evvelimiz, hem ahirimiz için bir bayram ol­sun" ifadesinde, mucizenin getireceği musibetlerden Al­lah'a sığınmak vardır. Şanı yüce Rabbimiz bu duaya karşı verdiği cevapta, bu duayı kabul etmediğini değil, bu konudaki sünnetini beyan etmektedir.

 

Şimdi, havarilerle ilgili bu olayı tefekkür eden ve Al­lah (c.c.)'ın tehdidine iman eden hangi mü'min mucize talebinde bulunabilir?

 

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi mucize talebinde bulunmalarına rağmen tecelli eden mucizeler ile karşıla­şan insanlara bir zorluk yüklenmediği gibi bu insanlar­dan bir kısmı karşılaştıkları mucizeler ile iman edebil­mekte veya daha önce iman etmişlerse bu mucizeler ile kalpleri mutmain olabilmektedir. Ancak iman edeceklerini (!) söyleyerek mucize talebinde bulunan kimseler, talep ettikleri mucizeler ile karşılaştıkları zaman genellikle, "Bu bir sihirdir" veya "Bu bir büyüdür" diyerek küfür­lerinde ısrar etmektedirler. Daha açık bir ifade ile; tecelli eden mucizeler, küfürlerinde sabit olan kafirlerin hidaye­tine vesile olmamaktadır.,

 

Onlar bir ayet (mucize) görseler, yüz çevirirler ve "(Bu) devam eden bir büyüdür" derler.(54-Kamer 2)

 

 İsrailoğullarına   apaçık   mucizelerle   geldiğinde onlardan küfre sapanlar: "Şüphesiz ki bu apaçık bir sihirdir" demişlerdi..(5-Maide 110)

 

 (Ey Muhammed) Sana kağıtta yazılı bir kitap in­dirmiş olsaydık da onu elleriyle tutsalardı, küfreden­ler yine de: "Bu apaçık bir büyüden başkası değildir" derlerdi.(6-En'am 7)

 

Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, muhakkak ki: "Gözlerimiz döndürüldü, belki de biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir.(15-Hicr 14..15)

 

Ayet-i kerimelerde de beyan edildiği gibi tecelli eden veya tecelli edecek olan mucizeler, mucize talep eden böylesi kâfirlerin hidayetine vesile olmamaktadır. Çünkü net ve açık bir şekilde gündeme gelen İlahi da­veti anlamalarına rağmen inkâr eden ve inkârlarında ısrar ederek mucize talebinde bulunan kimseler, söz ko­nusu inkârları ile kâfir durumuna düşmektedirler. Kâfirlere ise iman etmedikleri sürece hidayet kapısı kapalıdır. Hidayet edici tek merci olan Allah (c.c), sadece ve sa­dece iman eden kullarını hidayete ulaştıracağını, hida­yetle ilgili sünnetinde beyan etmektedir. İman eden kul­larını hidayete ulaştıran Rabbimiz, küfreden kimseleri de sapıklığa mahkûm etmektedir.

Mucize ve sonuçlan konusunda bu kısa bilgiyi ver­dikten sonra meselenin günümüz müslümanlarıyla ilgili yönünü değerlendirebiliriz. Bilindiği gibi ilahi daveti gündeme getiren birçok peygamberden, Allah (c.c.)'ın dilemesi ile bazı mucizeler tecelli etmekte ve tecelli eden bu mucizelerle, davetin İlahi bir davet olduğu cahiliye nezdinde de kesinlik kazanmaktadır.

 

Resulullah (s.a.v.)'in son peygamber oluşu bilinen bir gerçektir. Resulullah (s.a.v.) vefat etmesine rağmen tevhidi mücadele elbet teki devam edecektir. Çünkü tev­hidi mücadeleyle ilgili mükellefiyetler, Peygamber (s.a.v.)'in vefat etmesiyle müslümanlardan sakit olan (düşen) mükellefiyetler değildir. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.), Muhammed ümmetini kıyamete kadar bu görevle yükümlü tutmaktadır.

 

Cahiliyenin yerleşip-kökleştiği geçmiş toplumlara yeni bir peygamber gönderen Rabbimiz, evvel ve ahir ilmi ile dünya insanlarının böylesi zelil bir duruma düşeceklerini bilmesine rağmen yeni bir peygamber göndermeyi murad etmemiş ve bu görevi Allah'a ve Resulüne iman eden ümmet-i Muhammed'e yüklemiştir.

 

Bu ne demektir?

 

Bundan şunu anlamamız gerekir ki, kıyamete ka­dar sürecek tevhidi mücadele için yeni bir peygambere gerek yoktur. Günümüzdeki tevhidi mücadele için mut­laka yeni bir peygambere gerek olsaydı, Rabbimiz elbet­teki yeni bir peygamber gönderirdi veya yeni bir pey­gamberin varlığını gerektiren tevhidi mücadele ile ümmet-i Muhammedi mükellef tutmazdı. Kıyamete ka­dar devam edecek olan tevhidi mücadeleyle Muham­med ümmetinin mükellef olmasından anlamamız gere­ken ikinci husus, tevhidi mücadele için gerekli olan şeylerin Muhammed ümmetine verilmiş olmasıdır.

 

Tevhidi mücadele için gerekli olan ilk unsur Rabba­ni mesajdır. Ki bu mesajı içeren Kur'an'ı Kerim ilk günkü berraklığı ile elimizde bulunmaktadır.

 

Sadece Kur'an'ı Kerim yeterli mi?

 

Bu soruya "Sadece Kur'an'ı Kerim yeterlidir" diyen kimseler bulunmaktadır. Bu kimseler peygamberin gönderiliş gayesini ve fonksiyonunu idrak edemeyen kimse­lerdir. Bunlar peygamberlerin gönderiliş gayesini çok dar bir çerçevede düşünmekteler ve peygamberleri adeta kapıya mektup getiren postacılar gibi zannetmektedirler. Oysa ki peygamberler, getirdikleri haberin nasıl ve ne şekilde yaşanması gerektiğini yaşantılarında müşahhas bir şekilde ortaya koyan örnek şahsiyetlerdir.

 

"Sadece Kur'an'ı Kerim yeterlidir" diyen kimselere sormak isteriz; "Şanı yüce Rabbimiz Resulullah (s.a.v.)'i göndermeyip de Kur'an'ı Kerim'i Kâbe’ye indirseydi du­rum ne olurdu?"

 

Temiz akıl sahibi kimseler fazla zorlamadan bu so­runun cevabını tesbit edebileceklerdir. Sadece Kur'an'ı Kerim indirilseydi, Kur'an'ı Kerim'e iman eden kimseler Kur'an'ı Kerim'e iman etmelerine rağmen, iman ettikleri Kur'an'ı Kerim'deki hükümleri nasıl, ne şekilde ve ne zaman yaşayacakları hususunda birçok ihtilaflara düşecekler ve değişik gruplara ayrılacaklardı.

 

Bu elbetteki bir kehanet değildir. Çünkü "Sadece Kur'an'ı Kerim yeterlidir" diyerek peygamberi sünneti dikkate almadan Kur'an'ı Kerim'e yönelen kimselerin değişik gruplara bölünmeleri, farazi olarak ileri sürdü­ğümüz durumunun günümüzdeki açık örneğidir.

 

Sözü fazla uzatmadan anlamamız gereken ikinci husus, tevhidi mücadele için sadece Kur'an'ı Kerim'in yeterli olmadığıdır. Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen Rab­bani mesajın nasıl bir kişilikle, ne zaman ve ne şekilde yaşanacağını ve gündeme geleceğini idrak edebilmemiz için, Resulullah (s.a.v.)'in sünnetine muhtaç olduğumuzu tüm yüreğimizle itiraf etmeliyiz.

 

Tevhidi mücadele için gerekli olan bu ikinci unsur da Rabbimizin lütfüyle bizlere intikal etmiştir. Resulullah(s.a.v.)'e nisbet edilen bütün haberlere, Kuran'ı Kerim'de beyan edilen Rabbani ölçüyle yaklaştığımız 23 yıllık bu haberleri, mevzu, şüpheli ve sahih olmak üzere üç gruba ayırabilecek ve bizlere gerekli olan peygambe-ri sünneti bu sahih haberlerde bulabileceğiz.

 

Peki bazı ayetler ve alametler tecelli ederek dünya gündemine gelecek olan davetin İlahi bir davet olduğu teyid edilecek mi?

 

Geçmiş peygamberlerin gündeme getirdikleri İlahi daveti bazı açık ayetler ve alametlerle teyid eden Rabbimiz, son peygamber Resulullah (s.a.v.)'in getirdiği İlahi mesajı bütün dünya insanlarına ulaştıracak olan müslümanların bu davetini de bazı ayetler ve alametler­le teyid edecek mi?

 

Böyle bir teyid mutlak gerekli olmamakla beraber Resulullah (s.a.v.)'e ümmet olma bilincindeki dünya müslümanlarının gündeme getirecekleri İlahi davet bazı ayetler ve alametlerle teyid edilebilecektir. Bin dört yüz yıl önce nazil olan Kuran'ı Kerim'de bildirilen birçok gerçeğin kıyametten önce tecelli edecek olması, İlahi daveti dünya genelinde gündeme getirecek olan öncü müslümanların bu davetini apaçık bir şekilde te­yid edecektir.

 

Evet,

 

Peygamberlerinin gündeme getirdiği mesajı bazı ayetler ve alametlerle teyid eden şanı yüce Rabbimiz, kıyamete kadar yeni bir peygamber göndermeyecektir.

 

Hileli düzenlerin boşa çıkacağı

 

Bulundukları cahili toplumlarda tevhidi mücadele ile görevlendirilen tüm peygamberler, sapmış ve saptırıl­mış insanları Allah'a kulluğa davet etmişler, müstekbirler ve mustazafları Sünnetullah ile uyarsp-ikaz etmişlerdir. Bu İlahi davet Bir ve Kahhar olan Allah'a yapılmakta, malı ve makamı ne olursa olsun hiçbir insana özel imti­yaz tanınmamaktadır. Bu davet ile insanların insanlara kulluğu reddedilmekte, sınıfsal ayrıcalık ve sınıfsal ta­hakküm inkâr edilmektedir.

Davet Allah'a ve Allah (c.c.}'ın hükümlerinedir. Hiçbir sınıfın, hiçbir ırkın, hiçbir insanın menfaatini yücelt­meyen onlara ayrıcalık ve imtiyaz tanımayan "Allah (c.c.)'ın hükmü" karşısında her insan eşit haklara sahip olabilmekte ve gerçek adalet bu eşitlik üzerine bina edil­mektedir.

 

Cahili toplumlarda imtiyazlı bir sınıfa mensup olan müstekbirler, kendi kendilerine tanıdıkları bu imtiyaz ile diğer insanlara tahakküm etmekteler, onların maddi ve manevi değerlerini sömürmektedirler. Böylesi bir zulmü yaşarken ve yaşatırken Allah (c.c.)'ın ayetleri ile karşılaşan müstekbirler, bu İlahi daveti kabullendikleri zaman şeytani hâkimiyetlerini kaybedeceklerini an­ladıklarından, davete karşı çıkarak daveti inkar etmektedirler.

 

İlahi daveti inkâr eden müstekbirler, bu daveti muztazafların da inkar etmelerini istemektedirler. Çünkü mustazafların malını, mustazafların kanını, mustazafların emeğini sömürerek ayakta durabilen bu müstek­birler, mustazaflar olmadan bu şekilde yaşayamayacak­larını ve zulme dayalı düzenlerini yaşatamayacaklarını bilmektedirler. Bu emperyalist istekten hareket eden müstekbirler, mustazafları hakkı inkâra davet etmekteler ve şeytani propagandalar ile şeytani tahakkümlerini de­vam ettirebilmektedirler. Bu nedenle mustazafların inkârı genellikle aldatılmışlıktan ve şeytani tahakkümlerin ver­diği korkudan kaynaklanmaktadır.

 

İslam tarihindeki tevhidi hareketleri ve bu hareket­lere karşı cahiliyenin tavrını incelediğimiz zaman, deği­şik asırlarda meydana gelen cahili mücadelelerin aynı şeytani prensipler doğrultusunda vuku bulduğunu müşahade edebiliriz.

 

Tabi ki bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü cahili sistemlerin ve cahili mücadelelerin gerçek teorisyeni şeytan aleyhillanedir. Allah'a isyan ederek kendisine dost olan müstekbirleri tevhidi hareket­lere karşı kışkırtan şeytan aleyhillane, her taraftan kuşattığı müstekbirleri kendisine özgü şeytani prensip­leri doğrultusunda bir mücadeleye sevk etmektedir.

 

Kur'an'ı Kerim'de şeytanın tanınmasıyla ve tanıtılmasıyla ilgili olan ayet-i kerimeleri incelerken, şeytanın görünür yaklaşımlarından ziyade, şeytan aleyhillaneyi bu yaklaşımlara ve bu hareketlere sevk eden mantığı ve maksadı tesbit etmemiz gerekir. Çünkü şeytanın insan­lara ve toplumlara yaklaşımında biçimsel farklılıklar gözükse de, mantığında ve maksadında herhangi bir farklılık yoktur. Şeytan aleyhillane aynı mantığa, aynı maksada ve aynı prensiplere sahip olmasına rağmen, müdahale ettiği insanların ve toplumların yapısına göre farklı biçimlerde yaklaşabilmektedir.

 

Mum ışığının önüne bir yüzük tutsak, bu yüzü­ğün duvara yansıyan gölgesi, duvarın yapısına göre şekil alacaktır. Duvarın yüzeyinde ne gibi engebeler var­sa, yüzüğün gölgesi bu engebelere göre şekillene­cektir.

 

Fakat bizler biliriz ki,

 

Farklı yüzeylerde farklı gölgeler oluşturabilen yüzük, aynı yüzüktür. İşte şeytani mantık da bu yüzük gibidir. Şeytani mantıkta bir değişiklik olmamasına rağmen, bu mantıktan kaynaklanan hareketlerde biçim­sel farklılıklar olabilmektedir. Bu nedenle bilmemiz ve sakınmamız gereken, görünür şeytani yaklaşımlardan ziyade şeytanı bu yaklaşımlara ve hareketlere sevk eden şeytani maksattır.

 

Cahiliyenin tevhidi hareketlere karşı müdahale ve mücadelesini yukarıdaki inceliği dikkate alarak değer­lendirdiğimiz zaman, cahili müdahale ve mücadelenin birbirini takip eden dört ayrı merhalede belirginleştiğini müşahade edebiliriz.,

 

Cahiliye mensupları birinci merhalede, tevhidi me­sajı gündeme getiren öncü müslümanları alaya almak­ta ve bu müslümanları akli yetersizlik, şaşkınlık ve deli­lik ile itham etmektedir. Bu davranışları ile öncü müs­lümanları halkın gözünden düşürmek, davetin ciddi ol­madığını empoze etmek ve daveti istihzadan meydana gelen bir kabuk içerisine alarak yalnızlığa mahkum et­mek istemektedirler.

 

Cahiliyenin ilk merhaledeki tavrına rağmen tevhidi mesaj, halk ile bütünleşmiş ve halkın içerisinde bir alt yapı meydana getirmişse, cahiliye İlahi daveti kendi or­ganik bütünlüğü için tehlikeli görmekte ve daveti gün­deme getiren müslümanlara taviz vererek onlardan bazı tavizler talep etmektedirler. Cahiliye bu ikinci merhalede­ki tavrı ile tevhidi hareketi kontrolü altına almak ve kont­rol altına aldığı hareketi asli çizgisinden saptırarak tesir­siz hale getirmek istemektedir. Nitekim başlarında peygamber ve peygamberin gerçek varisleri gibi güveni­lir kimselerin bulunmadığı birçok tevhidi hareket, cahili üyenin bu merhaledeki müdahalesi ile sapmış ve müntesiplerini de saptırmıştır.

 

Bu noktadaki sapma,

 

Cahiliyenin verdiği tavizin büyük, istediği tavizin ise küçük görülmesinden kaynaklanmaktadır!.

Oysa ki şeytan aleyhillane ne verdiğini ve ne iste­diğini gayet iyi bilmektedir. Allah (c.c.)'ın yardımının ne anlama geldiğini birçok müslümandan daha iyi bilen şeytan aleyhillane, bu İlahi yardımın müslümanlar taviz vermedikçe devam edeceğini ve taviz veren Müslümanlardan bu yardımın kesileceğini bilir. Şeytan aleyhillane bu İlahi yardımın kesilmesi için elbetteki büyük tavizler vermeye razı olacaktır. Şeytanın idrak ettiği bu hususu idrak edemeyen bazı liderler, şeytani teklifleri maddi hesaplarla değerlendirerek bu alışverişi karlı görmüşler ve kabullendikleri şeytani tekliflerle Al­lah (c.c.)'ın yardımından uzaklaşarak, tevhidi hareketin yozlaşmasına ve asli çizgisinden sapmasına neden olmuşlardır.

 

Tevhidi mesajı gündeme getiren müslümanlar Rabbani hükmün gereği olarak bu uzlaşma tekliflerini reddetmemişlerse cahiliye üçüncü merheledeki tavrını göstermekte, tevhidi hareketin müntesiplerine karşı baskı ve işkence yapmaktadırlar. Cahiliyenin şiddete da­yalı bu caydırıcı müdahalesi, İslami kişiliğe sahip olan müslümanlar üzerinde genellikle olumsuz değil, olumlu bir etki yapmaktadır. Bu merhalede yapılan vahşi bas­kılar daveti kabul edenlerin şuurlanmasına ve davetin yayılmasına neden olduğu gibi davetin dışında kalan insanların da, cahiliyenin gerçek yüzünü görmesine ve cahiliyeden nefret ederek İlahi davete yakınlaşmalarına neden olmaktadır.

 

İlk üç merhaledeki şeytani tavırlarıyla Rabbani gelişmeyi durduramayan cahiliye mensupları dördüncü merhalede mevcut gücünü toplayarak, İlahi davetin müntesiplerin yok etmek ve İlahi daveti susturmak iste­mektedirler. Müslümanları helak etmek için teşebbüs ettikleri bu hareket ise, müslümanların durum ve seviyeleri ne olursa olsun kendi helakleri ile neticelenmiştir.

 

Cahiliyenin tevhidi harekete karşı hazırladıkları hileli düzenler,  müslümanlar sırat-ı müstakimde olduğu çoklarına da şahittir.(10-Yunus 46)

 

Onun için (Habibim) sen sabret. Hiç şüphesiz Al­lah'ın vaadi haktır. Sonunda ya onlara va'dettiğimizin bir kısmını sana göstereceğiz ya da senin hayatına son vereceğiz. Nihayet onlar bize döndürülecekler.(40-Mumin 77)

 

Şu halde biz seni alır götürürsek, elbette onlar­dan intikam alacağız.  Ya da onlara va’dettiğimizi sana göstereceğiz. Elbetteki biz onlara güç yetirenleriz.(43-Zuhruf41..42 )

 

Zikrettiğimiz ayet-i kerimelerde beyan edildiği gibi, uyarıcının yaşaması veya ölmesi ile Sünnetullah'ın te­cellisi arasında bir bağlantı yoktur. Uyarıcı ölse de va'dedilen azap mutlaka ve mutlaka gerçekleşecektir. Kaldı ki uyarıcıyı öldürmek, müşriklerin ve kâfirlerin elinde olan bir şey değildir. Her konuda olduğu gibi bu konu da Allah (c.c.)'ın takdiri gerçekleşecektir. Firavun kıssası, bu konuya açık bir örnektir. Kur'an'ı Kerim'de değinildiği ve tefsirlerde açıklandığı gibi bir kâhin Firavun'a; "İsrailoğullarından erkek bir çocuk dünyaya gele­cek, senin mülk ve saltanatını elinden alacak" demişti. Gördüğü rüyanın veya bu haberin tahakkuk etmesin­den korkan Firavun, yeni doğan bütün erkek çocukla­rını kestiriyordu. Oğlunun öldürülmesinden endişe eden Musa (a.s.)'ın annesine Allah (c.c.) vahiyle yol göstermişti.,

 

Musa'nın annesine: "Onu emzir, onun hakkında korku hissetiğinde onu deryaya (Nil'e) bırakıver, (boğulacağından) korkma ve hüzne kapılma. Çünkü biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberler­den kılacağız" diye vahyettik. Bunun üzerine Firavun'un adamları onu bulup aldılar. Çünkü ileride kendileri için bir düşman ve üzüntü olacaktı. Doğrusu Firavun da, Haman da askerleri de hep yanılıyorlardı. Firavunun karısı dedi ki: "Benim için de, senin için de bir göz bebeği, onu öldürmeyin. Umulur ki bize faydası dokunur ya da onu evlat ediniriz." Oysa onlar farkında değillerdi.(28-Kasas 7..9)

 

"Hileli düzenlerin boşa çıkacağı" bölümünde zik­rettiğimiz diğer ayet-i kerimelerde beyan edildiği gibi, Fi­ravun kendi kurduğu düzene kendisi düşmüştür. Mülk ve saltanatını korumak için birçok erkek çocuğunu boğazlatmasına rağmen helakına vesile olacak erkek çocuğunu öldürememiştir. Hatta ve hatta öldürmek is­tediği bu kutlu çocuğu, Allah {c.c.) onun yanında, onun gözetiminde büyütmüştür.

 

Azabı acele istemeleri

 

Dünyadaki birçok ülkede cahili eğitim ve kültür fa­aliyetleri sürdürülmekte ve bu faaliyetlerin neticesinde sayıları milyarları aşan cahili kimlikler oluşmaktadır. Bu insanlar İslam'a, bu insanlar İlahi vahye yabancıdırlar. Hakka ve hakikate yabancı olan, hatta bunun da ötesinde batılı hak olarak kabul eden bu insanlar İlahi mesaj ve Sünnetullah gerçeği ile karşılaştıkları zaman bir kısmı tasdik, bir kısmı sükut ve büyük bir kısmı da şaşkınca inkar edebilecektir. Şeytani öğretilerle şeytana ve şeytanın dostlarına kulluk yapan insanlar, yaşadıkları kulluk psikolojisi ile velvele yapacaklar ve kendilerini cid­di bir şekilde uyaran müslümanları, gayriciddî tavırlarla alaya alacaklardır.

 

Kur'an'ı Kerim'de beyan edildiği gibi geçmiş Hıristiyanlardan ve Yahudilerden bir kısmı şu batıl ifadeyi kullanmışlardı.,

 

"Ey Allah eğer (bu kitab) senin tarafından gelmiş bir hak ise durma bizim üzerimize taş yağdır veya(daha) acıklı bir azab getir.("8-Enfal 32)

 

Bozuk bir akide ile Allah'a inanan,

 

Resulullah (s.a.v.)'e ve Kur'an'ı Kerim'e ise iman etmeyen günümüz Hıristiyanlarından ve Yahudilerinden bu gibi batıl ifadeler yine gelebilecektir. Çünkü Resulul­lah (s.a.v.)'e ve Kur'an'ı Kerim'e iman etmedikleri için ateistlerle aynı tavrı gösterebilecekler ve Kur'an'ı Kerim'deki İlahi tehditleri şaşkınca bir alay ve küfri bir inkâr ile karşılayabileceklerdir.

 

Kendilerini müslüman olarak adlandıran ancak Kur'an'ı Kerim'e yabancı olan insanların bulunduğu ülkelerde de benzer olaylar yaşanabilecektir. Çünkü kendilerini müslüman olarak adlandıran bu insanlar, yaşantılarına müdahale etmeyen bir kitabı sahiplenmek­te, raftan inmeyen veya mushaf torbasından çıkmayan Kur'an'ı Kerim'i işaret ederek, "Bu Kitab, bizim ilahi kitabımızdır" demektedirler. Halkında müslüman olan ülkelerde tağutu temsil eden birçok müstekbir bu ne­denle Kur'an'ı Kerim'den rahatsız olmamaktadır. Kendi­lerine ve emperyalist çıkarlarına müdahale hakkı tanınmayan, raflarda ve mushaf torbalarında veya Rab­bani mesajını anlamayan hafızların dilinde bir garip olan Kur'an'ı Kerim'den neden rahatsız olsunlar ki?

 

Net ve açık tebliğin gündeme gelmesi ile, yaşan­makta olan bu muğlak durum elbetteki değişmeye başlayacaktır. Allah'a inanan fakat İslamı bilmeyen sa­mimi insanları aldatmak için ellerine Kur'an'ı Kerim'i ala­rak söz meydanlarında; "Bu yüce kitab, bizim İlahi kitabımızda.." diyen müstekbirler ve belamlar, ellerine aldıkları o Kitab'tan yükselen davete şahit olacaklardır. Dünyevi çıkar ve menfaatlerine düşkün olanlar, bu ilahi davetten rahatsız olacaklar ve yaşamadıkları Kitabı elle­rine alarak ne kendilerini ne de çevresindeki insanları aldatamayacaklarını anlayacaklardır. İşte böyle bir du­rumda, Kur'an'ı Kerim'e kimlerin sahip çıktığı ve Kur'an'ı Kerim'in kimlerin Kitab'ı olduğu ortaya çıkacaktır.

 

Yakinen iman ettikleri Kur'an'ı Kerim'e sahip çıkan ve Sünnetullah'ın gerektirdiği net ve açık tebliği günde­me getiren dünya müslümanları çeşitli alay ve inkârlarla karşılaşabileceklerdir. İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet edilen ve Sünnetullah gerçeği ile tehdit edilen dünya müstekbirleri, hükmü çerçevesine girdikleri Sünnetullah'a inanmadıklarını ifade ederek; "Mademki dünyada helakle tehdit ediliyoruz, söyleyin Rabbinize bizleri helak edecek azabı hemen göndersin" diyebile­ceklerdir.

 

Çünkü geçmiş kavimler bu gibi batıl ifadelerle küfre ve helake sürükleyen şeytan aleyhillane, çağdaş dostlarını da aynı batıl ifadelerle aynı akıbete sürükle­mek isteyecektir.,

 

Derler ki: "Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bu va'dolunan (azab) ne zaman?" De ki: "Size va'dolunan (belirlenmiş) öyle bir gündür ki, siz ondan ne bir saat ertelenebilirsiniz, ne de öne alınabilirsiniz.("34-Sebe 29..30)

 

Dediler ki: "Sen bize, bizi ilahlarımızdan çevir­mek için mi geldin? Şu halde eğer doğru sözlülerden isen, bize va'delmekte olduğun şeyi (biz helak edecek azabı şimdi) bize getir.("46-Ahkaf22)

 

Bunun üzerine kendi kavminin (Lut'a) cevabı yalnızca: "Eğer doğru söyleyenlerden isen, bize (va'dettiğin) Allah'ın azabını getir." demek oldu.(29-Ankebut 29)

 

Onlar senden, azabın hemen getirilmesini istiyor­lar. Allah, elbetteki vaadinden dönmeyecektir. Gerçek­ten Rabbinin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.(22-Hacc 47)

 

Senden azabı acele (getirmeni) istiyorlar. Eğer takdir edilmiş bir ecel (belirlenmiş bir vakit) olma­saydı, azab onlara muhakkak gelmiş olurdu. Elbette o (azab), kendileri farkında değilken onlara ansızın ge­lecektir.(29-Ankebut 53)

 

İnsan, bilindiği gibi aceleci olan bir varlıktır. Karşılaştıkları ilahi hükümlere ve Sünnetullah'a iman etmeyen kimseler şeytanın etki sahasına girmekte ve şeytani telkinlere kapılarak, inanmadıkları azabın he­men gelmesini istemektedirler. Kendileri va'dedilen azaba inansalar, elbetteki bu azabı talep etmezlerdi.

 

Bu kimseler Sünnetullah gerçeğine inanmadıkları gibi geçmiş tarihten ve yaşanan örneklerden de ibret al­mayan sapıklardır. Merhum Mehmet Akif bu gerçeği ne güzel dile getirmiştir.,

 

Geçmişten adam hisse kaparmış? Ne masal şey

Beşbin senelik kıssa yarım hisse mi verdi

Tarih tekerrür diye tarif ediyorlar

Hiç ibret alınsa tekerrür mü ederdi?

 

Mühlet

Allah (c.c.)'ın ayetlerine ve sünnetine iman etme­yen, geçmiş tarihten ve yaşanan örneklerden ibret alma­yan sapıklar, kendilerine va'dedilen azabı acele isteme­lerine rağmen Rahman ve Rahim olan Rabbimiz onlara bir süre, bir mühlet vermektedir.,

 

Artık bu sözü yalan sayanları sen bana bırak. Biz onları bilmeyecekleri bir yönden derece derece aza­ba yaklaştırıyoruz. Ben onlara mühlet veriyorum. Hiç şüphe yok ki Benim düzenim (onların müstahak olduğu fendim) sağlamdır.(68-Kalem 44..45)

 

Andolsun ki senden evvelki peygamberlerle dealay edildi, Ben o kâfirlere bir mühlet (fırsat) verdim. Sonra onları (azabla) yakalayıverdim. İşte nasılmış sonuçlandırmam.(13-Ra'd 32)

 

 Sen şimdi o kâfirlere bir mühlet ver, onlara az bir süre tanı.(86-Tank 17)

 

Eğer seni yalanlıyorlarsa onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de, İbrahim'in kavmi de ve Lut'un kavmi de, Medyen halkı da yalanlamıştı. Musa da yalanlanmıştı. Ben de o kâfirlere bir mühlet verdim, sonra da onları yakalayıverdim. Nasılmış benim (inkarcıya) inkarım (inkılabım).(22-Hacc 42..44)

 

Allah (c.c.) bu mühleti, ilahi davete muhatap olan bütün insanlara tanımaktadır. Tabi ki bu mühletin veril­mesinde birçok hikmetler bulunmaktadır.  Bu mühletin verilmesinde ilk neden, ilahi davetin geniş boyutlarıyla gün yüzüne çıkması ve davete muhatap olan insanlar tarafından yeterince anlaşılabilmesi içindir.

 

Bilindiği gibi cahili sitemlerde yaşayan insanlar, ca­hili propagandaların tesirinde kalabilmekte ve bilerek veya bilmeyerek cahili değer ölçülerine sahip çıkmakta­dırlar. Karşılaştıkları Rabbani gerçeklerin, cahili değer ölçüsüyle değerlendirecek olan insanlar, elbette ki Rab­bani gerçekleri kavrayamayacaklar ve kavrayamadıkları bu gerçeklere karşı çıkacaklardır. Cahili sistemler ta­rafından empoze edilen bu gibi birikimler, ilahi davet ile bu davete muhatap olan insanlar arasında birer engel durumundadır, ilahi davetin davete muhatap olan insan­larca anlaşılabilmesi için bu gibi cahili birikimlerin izale edilmesi gerekmektedir. Cahiliyeyi muhatap alan Kur'an'ı Kerim ayetleri başlangıç ve gelişim aşamaları dikkate alınarak incelendiği zaman, Rabbani davetin söz konu­su cahili birikimlere hikmetli bir şekilde müdahale ettiği müşahade edilecektir.

 

İlahi daveti gündeme getiren bütün peygamberler kavimlerine verilen mühlet süresince, ilahi davetin anlaşılmasına engel olan cahili birikimleri ve cahili değer ölçülerini Rabbani yaklaşımlarla izale etmektedirler. Rabbani davetin süreklilik kazandığı bu mühlet zarfında ilahi davet ile insanlar arasındaki, psikolojik ve sosyolojik cahili engeller kaldırılmakta, kabul edenler neyi kabul ettiklerini, reddedenler de neyi reddettiklerini bilmektedir­ler. Yine bu mühlet zarfında ilahi davet net ve açık ola­rak her köşeye, her insana ulaşmakta ve davete muha­tap olan insanlar Allah (c.c.)'ın rahmeti ve azabı ile karşı karşıya getirilmektedir. Nitekim vuku bulan bazı mucizeler de, bu mühlet içerisinde tecelli etmektedir Netice olarak bazı insanlar sapıklıktan rucu etmekte, ila­hi daveti anlamalarına rağmen dünyevi menfaatleri için küfürlerinde inat edenler ise şiddetli azaba müstahak ol­maktadır.

 

Tabi ki kendilerine tanınan mühletin sonunda helak edilmeleri, küfürlerinde inat etmeleri ile ilgili bir hadise­dir. İlahi daveti kabul edenlerin ise felah bulacakları, Al­lah (c.c.)'ın affına mazhar olacakları ve helak edilmeye­cekleri bir gerçektir. Çünkü bilindiği gibi toplumların helaki ile ilgili Sünnetullah Allah (c.c.)'ın ayetlerini inkâr eden ve bu inkârlarından vaz geçmeyen kavimler üzerine tecelli etmektedir.

 

Sünnetullah gereği helak edilen kavimler kendileri­ne verilen mühlet zarfında küfürlerinden vazgeçmeyen, küfürlerinde ısrar eden kavimlerdir. Bunlara tanınan mühlet, bunlara bir hayır getirmemiştir.,

 

O küfredenler, kendilerine tanıdığımız mühleti sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara günahları daha da artsın diye mühlet vermekteyiz. Onlar için onur kırıcı ve zelil edici bir azab vardır.(3-Al-i İmran 178)

 

Azabdan başka bir şey mi bekliyorlar?

 

Davet edildikleri ilahi hükümlere ve Sünnetullah'a iman etmeyen kimselere tanınan mühlet, bu kimseler için bir fitne, bir deneme unsuru olmaktadır. Kendilerine tanınan mühlet zarfında bazı kimseler sapıklıktan rucu etmekte, bazı kimseler ise bu mühleti yanlış yorumlayarak sapıklıkta ve küfürde ısrar etmektedirler.,

 

Andolsun ki eğer, onlardan azabı sayılı bir müd­dete kadar ertelesek, mutlaka: "Onu (bizden) alıkoyan nedir?" derler. Haberiniz olsun ki, o (azabın) onlara geleceği gün, onlardan geri çevrilecek değildir ve ala­ya aldıkları şey, kendilerini kuşatacaktır.(11-Hud 8)

 

Kendilerine tanınan mühleti batıl yaklaşımlarla yo­rumlayarak sapıklıkta ve küfürde ısrar eden kimselere; "Allah (c.c.)'ın sünnetini gözetin ve azabtan başka birşey beklemeyin" denilmektedir. Çünkü sapıklıkta ve küfürde ısrar eden bu kimselerin başka bir şey beklemeye hakları yoktur.

 

Onlar, kendilerinden önce gelip geçmişlerin (acıklı) günleri gibi bir günden başkasını mı bekliyor­lar? De ki: "Bekleyin ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. ("10-Yunus 102)

 

 (Kafirler) Kendilerine meleklerin gelmesinden veya Rabbinin emrinin (onlara erişip) çatmasından başka birşey mi beklerler. Onlardan öncekiler de böyle yaptılar. Allah (c.c.) onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Böylece yaptıkları­nın cezası onları çarpmış, alaya aldıkları şey kendile­rini kuşatıvermiştir.(16-Nahl 33..34)

 

Artık onlar o saatten ve onun kendilerine ansızın gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? Onun işaret­leri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp-anlamaları neye yarar.(47-Muhammed)

 

Zikrettiğimiz son ayeti kerimede de beyan edildiği gibi azabı gördükleri zaman inanmaları, teslim olmaları hiçbir yarar sağlamayacaktır. Çünkü kendilerine geçmiş Kavimlerden örnekler verilmiş, örneklerde adı geçen ka­vimlerin azabı gördükleri zaman iman etmelerinin kendi­lerine hiçbir yarar sağlamadığı açıkça beyan edilmiştir.,

 

Onlar bizim azabımızı gördükleri zaman dediler ki: "Allah'ın birliğine iman ettik, O'na şirk koştuğu­muz şeyleri inkar ettik." Azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildi. (Bu) Al­lah'ın kulları arasında süregelen sünnetidir. îşte ka­firler burada hüsrana uğramışlardır.(40-Mumin 84.85)

 

Biz kendilerinden önce nicelerini yıkıma uğrattık da feryad ettiler, ancak kurtulma zamanı değildi.(38-Sad 3)

 

Geçmiş kavimlerden bu gibi örnekler verilerek Al­lah (c.c.)'ın sünneti açıklanmakta ve ilahi davete muha­tap olan insanlara, azab gelmezden önce iman etmeleri, teslim olmaları emredilmektedir. Çünkü azab gelmez­den önce iman etmemişlerse, azabı gördükten sonra ki imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır.

 

Onlar kendilerine illa meleklerin gelmesini mi ya da Rabbinin emrinin gelmesini mi veya Rabbinin ayetlerinden birinin gelmesini mi bekleyip gözlüyorlar. Rabbinin ayetlerinden biri geldiği gün daha önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye (o günkü) imanı hiç bir fayda vermez. De ki: "Bekleyip gözleyin, şüphesiz bizde bekleyip gözlemekteyiz.("6-Enam 158)

 

Kur'an'ı Kerim'de zikredilen Yunus (a.s.)'ın kavmi ise bu konuda istisnai bir durum göstermektedir. Nite­kim bu durum Kur'an'ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir.,

 

Gerçek şu ki Rabbinin kelimesi üzerlerine helak olanlara her ayet getirilse bile onlar acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. (Helaktan önceki azabımızı görerek) îman edipte imanı kendisine yarar sağlamış bir ülke olsaydı ya! Ancak Yunusun kavmi müstesnadır ki, onlar iman ettikleri zaman dünya hayatındaki rezillik rüsvaylık azabını kendilerinden kaldırmış ve onları bir zamana kadar faydalandırmıştır. (10-Yunus 96...98)

 

İstisna olarak belirtilen bu durum, Sünnetullah'a muhalif veya Sünnetullah'da istisna olan bir durum değildir. Ayet-i kerimenin mealini verirken parantez içinde belirttiğimiz gibi, Yunus'un kavmi helaktan önce tecelli eden bir ayet, bir alamet niteliğinde olan azabı görerek iman etmişlerdir. Rabbimiz bu alametleri zaten iman etmeleri, korkup sakınmaları için göndermektedir. Ayrıca Yunus (a.s.)'ın, peygamber olarak gönderildiği kavmini Allah (c.c.)'ın emrini beklemeden terk etmesi, bindiği geminin alışılmamış bir durumla karşılaşması ve bu durumun bir uğursuzun bulunduğuna yorumlanması, uğursuzu tesbit etmek için çekilen kuranın Yunus (a.s.)'a isabet etmesi, denize atıldıktan sonra bir balık tarafından yutulması, balığın karnında Allah (c.c.)'ı teş­bih ederek Allah (c.c.)'ın affına mazhar olması, sahile bırakıldıktan sonra kavmine dönerek tebliğe devam et­mesi ve kavminin iman etmesi dikkate alınması gereken hususlardandır.

 

Helaktan önceki azab

 

Yunus kavminin iman etmesine neden olan azabın helakten önce bir ayet, bir alamet niteliğinde tecelli eden bir azab olduğunu belirtmiştik. Bir uyarı niteliğinde olan bu gibi ayetlerin tecelli edebileceği, Kur'an'ı Ke-rim'in bir çok yerinde beyan edilmektedir.,

 

And olsun ki, biz onlara belki dönerler diye o büyük azabtan önce yakın azabtan da taddıracağız.(32-Secde 21)

 

Artık onları kendisinde çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak. O gün, ne hileli düzenleri kendilerine bir yarar sağlayacak, ne de kendileri yardım göreceklerdir. Muhakkak ki o zulmedenlere bundan önce de bir azab vardır, ancak onların çoğu bilmezler.(52-Tur 45..47)

 

And olsun, senden önceki ümmetlere de peygam­berler gönderdik de onları (isyanlarından dolayı) da­yanılmaz zorluklar ve sıkıntılarla çeviriverdik. Olur ki yalvarırlar. (Tevbe ederler diye). Onlara böyle şiddetimiz geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miy­di? Fakat onların kalpleri katılaşmış, şeytan da yapmakta olduklarını kendilerine süslü göstermişti. Böylece kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, on­ların üzerlerine her şeyin (nimet, ferah ve zevkin) kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilen şeylerle (sevinip, şımarıp) ferahlandıkları sırada, ken­dilerini ansızın yakalayıverdik. Artık onlar (o vakit bütün umutlarından mahrum kaldılar. İşte böylece zulmeden o kavmin kökü kesilmiştir. Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'adır.(6-En'am 42..45)

 

Ayet-i kerimelerde beyan edildiği gibi İlahi davete isyan eden kavimler tehdit edildikleri Sünnetullah gereği helak edilmezden önce dayanılmaz zorluklar, sıkıntılar, kıtlıklar, hastalıklar, yoksulluklar ve birçok musibetler ile uyarılıp-ikaz edilmektedirler. Mesela Firavun kavmi, Sünnetullah gereği helak edilmezden önce böylesi ala­metler ve güç yetiremeyecekleri sıkıntılarla karşılaşmışlardır.,

 

Biz onlara biri ötekinden büyük olmayan hiçbir ayet göstermedik. Belki dönerler diye onları azabla tuttuk. Onlar (azabı görünce) dediler ki: "Ey büyücü, bizim için Rabbine sana olan vadi (iman edersek azabın kaldırılacağı ahdi) adına dua et. Gerçekten biz hidayete gelmiş olacağız." Fakat biz onlardan azabı giderince, birde görürsün ki onlar verdikleri sözü bo­zuyorlar.(43-Zuhruf48...50)

 

Firavun kavminin ve diğer geçmiş kavimlerin karşılaştığı helak öncesi alametleriyle, Kur'an'ı Kerim'e davet edilen ve Sünnetullah gerçeği ile uyarılan bu çağın insanları da karşılaşabileceklerdir. Kur'an'ı Ke-rim'de beyan edilen yeryüzüne inip-yeryüzünü kuşata­cak olan duman bu alametlerden bir tanesidir.,

 

Hayır onlar, şüphe içinde eğlenip-oyalanmakta­dırlar. Öyleyse göğün aşikar bir duman getireceği günü gözle. (O duman) İnsanları sarıp-kuşatıverir. îşte bu, acıklı bir azabtır. (Diyecekler ki:) "Ey Rabbimiz, azabı üstümüzden açıp-gider, çünkü biz iman edicileriz." Onlarda düşünüp ibret almak nerede? On­lara (bu günü haber veren) açıklayan bir peygamber gelmişti. Sonra ondan yüz çevirip: "Bir öğretilmiştir, bir mecnundur " dediler. Biz bu (duman) azabı(nı) bi­raz (bir müddet) açıp-kaldıracağız. Büyük bir şiddetle yakaladığımız gün, şüphesiz ki Biz intikam alıcılarız.(44-Duhan 9.. 16)

 

Duman ayetine şahit olmalarına ve azabın kalk­ması için Allah'a söz vererek dua etmelerine rağmen azap kaldırılınca tekrar isyana, tekrar inkâra dönecekler­dir. Temiz akıl sahibi kimseler bu duruma hayret ede­cekler ve "Nasıl olur? Nasıl dönerler?" diyeceklerdir. Hangi cahili değer ölçüsüyle ve hangi şeytani mantıkla dönebilecekleri ise Araf suresinde beyan edilmektedir.,

 

Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek, onun halkını (isyanları nedeniyle tevbe etsinler) yalvarıp-yakarsınlar diye mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk ve sıkıntıyla yakalamışızdır. Sonra bu sıkıntının yerine iyilik (selamet ve bolluk) verdik. Çoğalınca da şöyle dediler: "Atalarımız da sıkıntılı ve sevinçli günler yaşamışlardı." Bunun üzerine onları farkında değillerken ansızın yakalayıverdik.(7-A'raf 94..95)

 

Azabı gördükten sonra "Biz iman edicileriz" diyen kimselerin veya bu kimselere varis olanların küfre dönme nedeni "Atalarımız da sevinçli ve sıkıntılı günler yaşamışlardı" ifadesinde beyan edilmektedir. Bu ifadeyi söyleyenler; "Karşılaştığımız ve daha sonra kaldırılan azap, isyanımızdan dolayı bizi kuşatan İlahi bir azap değildi. Nitekim bu azap kalkmış, selamet ve refah gel­miştir. Bu gibi olaylar, geçmiş atalarımızın da yaşadığı tabi olaylardır." demektedirler!.

 

Yerden çıkacak olan Dabbe'nin: "Siz Allah'ın ayet­lerine kesin olarak inanmadınız" diyeceği sapıklar, işte bu sapıkların ta kendileridir.

 

Sünnetullah'ın ertelenmemesi

 

Allah'ın ayetleri ile Allah'a davet edilmelerine ve Sünnetullah ile tehdit edilmelerine rağmen, İlahi daveti inkâr eden bir kavim veya bir ülke kendilerine tanınan mühletin bitiminde va'dedilen akıbetten kurtulabilirler mi? Kendilerine tanınan sürenin akabinde tecelli etmesi beklenen Sünnetullah ertelenebilir mi?

 

Kur'an'ı Kerim'de beyan edildiği gibi her ümmetin bir eceli olduğu ve takdir edilen bu ecelin değişmeyeceği veya değiştirilemeyeceği kesin bir gerçek olarak zikredil­mektedir.,

 

Her ümmetin bir eceli vaizdir. Onların ecelleri ge­lince artık ne bir saat geri kalabilirler, ne de öne gide­bilirler.(7-A'raf34)

 

Hiçbir ümmet (kendileri için takdir edilmiş) ece­lini Öne de alamaz, geri de bırakamaz.(15-Hicr 5)

 

Onlar: "Eğer doğru söyleyenlerseniz, bu vaa'd (ettiğiniz helak) ne zaman?" derler. De ki: "Size vaad olunan öyle bir gündür ki, ondan bir saat geri de kalamazsınız, (onun) önüne de geçemezsiniz."(34-Sebe 29.30)

Kendileri bu İlahi takdiri ertelemeye muktedir ola­madıkları gibi, hiçbir kimsenin de Allah'ın emri ile bu emre muhatap olan ülkenin arasına girmeye yetki ve selahiyeti yoktur. Çünkü Sünnetullah'ın tecellisine ilişkin jlahi emir ile Sünnetullah'a muhatap olan kavim arasına, Rabbimizin "Halilim-Dostum" buyurduğu ve bu yüce buy­ruk ile Halilullah olan İbrahim (a.s.) dahi girememiştir. Daha açık bir ifade ile Allah'ın dostu, Allah'ın emrini erteleyememiştir.

 

Kur'an'ı Kerim'de bu hadise zikredilmekte ve bizlere çok açık bir örnek verilmektedir. Örnekte adı geçen pey­gamberin, seçkin peygamberlerden ibrahim (a.s.)'ın oluşu, meseleye daha da açıklık getirmektedir.

 

Lut kavmine azap emrini götüren melekler, doğrudan doğruya Lut kavmine gitmezden önce Rabbi­mizin emri gereğince İbrahim (a.s.)'a uğramışlar ve onu salih bir evlatla müjdelemişlerdi. Tabi ki İbrahim (a.s.) ile melekler arasındaki konuşma sadece bu olmamıştır. İbrahim (a.s.) meleklerle Lut kavmi hakkında da görüş­müş ve Sünnetullah'ın tecellisine ilişkin tartışmaya girişmişti. Nitekim önce büyücüler bütün hünerlerini ortaya atmışlar, daha sonra Musa (a.s.) asasını atmış, onların büyüleri bir bir yutulmuştu. Musa (a.s.)'ın asası bizlerin eline geçmeyeceğine göre, asanın önce mi yoksa son­ra mı atılması gerektiği bizi ilgilendiriyor mu? Bu olaylar ve bu konuşmalar bizlere niye anlatıyor?

 

İşte bu olaya maksat ve hikmet aramak üzere yak­laştığımız zaman, bize gerekli olan birçok hikmet ve ha­kikatlerle karşılaşmamız mümkün olacaktır. Bunlardan bir tanesi "Önce siz atın" ifadesinde beyan edilen pren­siptir. Bu prensip, çeşitli dünya görüşündeki insanlarla karşılaşan ve onlarla konuşan müslümanların uymaları gereken bir prensiptir. Bu prensip ile öncelikle onların bildiklerini ortaya atması onların dinlenmesi, onların tanınması gerektiği beyan edilmektedir. Meseleyi burada daha fazla genişletmemize gerek yoktur. Anlamamız ge­reken, Kur'an'ı Kerim'de zikredilen olaylarda maksat ve hikmet aramamız gerektiğidir. Tabi ki bunları anlayabil­memiz için, zikredilen olaylara çeşitli sorularla yak­laşmamız gereklidir.

 

İbrahim (a.s.) ile melekler arasında geçen tartışma da, tesadüfî bir tartışma değildir. Bu tartışma, Rabbimizin murad ettiği ve bu İlahi murad ile tecelli eden eden bir tartışmadır. Peki Rabbimiz bu tartışmayı neden mu­rad etti?

 

"Hikmetinden sual olunmaz" diyerek, karşılaştıkları Rabbani hükümleri tefekkür etmeyen kimseler, bu soru­muzu abes karşılayabilirler. Açık yüreklilikle belirtelim ki, müteşabih olmayan bütün meselelerde hikmetten sual ederiz. Hikmetini anlarsak, bize bunun hikmetini açıkla­yan Allah'a hamd ederiz. Hikmetini anlayamazsak, hik­metin anlayamadığımız hükme yine iman eder, yine Allaha hamd ederiz

 

Şanı yüce Rabbimiz, İbrahim (a.s.) ile melekler arasında geçen tartışmayı, bizlere açık bir örnek olması için murad etmiştir. Allah'ın lutfu ile anlamaya çalıştığı­mız İlahi muradın bir yönü budur. Bizler için açık bir örnek olan bu olay bizlere bildirilerek, Sünnetullah'ın te­cellisi arasına hiçbir kimsenin giremeyeceği beyan edil­mektedir. Ki Halilullah olan İbrahim (a.s.) dahi gireme­miştir.,

 

İbrahim'den korku geçtiği ve ona (salih evlatla il­gili) müjde geldiği zaman, bizimle (elçilerimizle) Lut kavmi hakkında çekişip-tartışmalara giriyorfdu). Çünkü İbrahim yumuşak huylu, oldukça hassas (yüreği yanık) ve gönülden (Allah'a) yönelen biriydi. (Elçilerimiz dediler ki:) "Ey İbrahim bundan vazgeç. Çünkü gerçek şu ki, Rabbinin emri geldi ve gerçekten onlara geri çevrilmeyecek bir azap gelmektedir".(11-Hud 74...7)

 

Ayetlerde beyan edildiği gibi yumuşak huylu olan Hz. İbrahim efendimiz, insan suretinde gelen meleklerle tartışmaya girmiş ve Sünnetullah ile ilgili azabın ertelen­mesini arzu etmişti. Rabbimiz İbrahim (a.s.)'ı tavrından dolayı kınamamış, ancak böylesi bir tartışmadan vazgeçmesi gerektiğini ve emrinin mutlaka gerçekleşeceğini bildirmiştir. İbrahim (a.s.) ile melekler arasında geçen konuşmanın devamında ise zalimler helak edilirken, mü'minlerin kurtarılacağı beyan edilmektedir. Nitekim mü'minler kurtarılarak, Lut kavmi Sünnetullah'ın bir te­cellisi olarak helak edilmiştir, ilahi azap emri ne ertelen­miş, ne de öne alınmıştır.,

 

Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle (hemen) sorguya çekecek olsaydı (yer)üstünde hiçbir canlı bırakmazdı. Ancak onları belirlenmiş bir süreye kadar erteler. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler.(16-Nahl 61)

 

Sünnetullah'ın değişik tecellileri

Sünnetullah gereği helak edilen kavimler, daha önce de belirttiğimiz gibi Allah'ın ayetlerini inkâr eden ve inkârlarında ısrar eden kavimlerdir. Herhangi bir ka­vim İlahi hükümler ile Allah'a kulluğa davet edilmesine ve Sünnetullah ile tehdit edilmesine rağmen inkârlarında devam ederlerse, kendilerine va'dolunan azap ile helak olmaktadırlar. Şayet Allah'ın ayetlerine iman ederlerse, helak olmayacakları ve kurtuluş bulacakları beyan edil­mektedir. Nitekim Yunus (a.s.)'ın kavmi, bu konuya veri­len örneklerden bir tanesidir.

 

Sonunda ona iman ettiler, biz de kendilerini bir süreye kadar yararlandırdık.(37-Saffat 148)

 

Tabi ki bu durum, Allah'ın ayetlerine iman ettikleri zaman gerçekleşen bir durumdur. Allah'ın ayetlerini inkâr ettikleri zaman söz konusu Sünnetullah ile karşı karşıya gelmekteler ve kendilerine tanınan mühletin biti­minde Nuh, Ad, Semud, Lut ve Firavun kavmi gibi dünyevi bir azapla helak edilmektedirler.

 

Daveti gündeme getiren müslümanlar kavimlerine tanınan mühlet zarfında Rabbani davetlerine devam et­mekteler ve mühletin sonunda kendilerine bildirilen İlahi emir ile kavimlerinden ayrılarak, kavimlerini İlahi azap ile baş başa bırakmaktadırlar.

 

İman eden kavmin kurtuluşuna ve inkâr eden kav­min ilahi azap ile helak edileceğine dair verdiğimiz bu iki durum, kavimlerin genel yapısına göre belirlenmektedir. İlahi azap ile helak edilen kavimler, Rabbani daveti ge­nelde inkâr eden kavimlerdir. Bu kavimlerde iman eden­ler, küçük bir azınlığı oluşturmaktadırlar. Her insanı ve her cemaati ancak güçleri nisbetince mükellef tutan Rabbimiz, azınlıktaki bu müslümanları savaş hükmüyle değil, hicret hükmüyle mükellef tutmakta ve bu müslümanlara hicret ederek, helak edilecek kavimlerinden ayrılmalarını emretmektedir.

 

Peki,

 

Rabbani davet ile muhatap olan ve Sünnetullah ile tehdit edilen bir kavmin veya bir ülkenin, bir kısmı iman ederken diğer kısmı inkârda ısrar ederse durum ne olur?

Ki bu durum,

 

Resulullah {s.a.v.) efendimizin de yaşadığı bir du­rumdur. Bu durumda müslümanlara yüklenen mükellefi­yetlerin ne olduğu ve olayların nasıl geliştiği siyer kitap­larında uzun bir şekilde açıklanmaktadır. Bilindiği gibi Mekke döneminde İlahi davet başlamış ve davete mu­hatap olan insanlar Sünnetullah ile tehdit edilmişti.

 

Davetin ilk günlerinde çeşitli zorluklarla ve tepkiler­le karşılaşan Resulullah (s.a.v.) Efendimize Yunus (a.s.)' dan örnek verilmiş ve aceleci olmaması emredilmişti.,

 

Sen Rabbinin hükmüne sabret de balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, içi kahır dolu olarak çağrıda bulunmuştu. Eğer Rabbinden ona bir nimet erişmiş olmasaydı, kınanmış olarak çıplak bir yere atılacaktı.(68-Kalem 48.49)

 

Bu hükümle mükellef olan Resulullah (s.a.v.) sabır ve sebat ile hakkı anlatmaya devam etmiş ve hakkın anlaşılmasına engel olan cahili görüşlere, Rabbani ha­kikatlerle müdahale etmiştir. Akideyle ilgili meselelere ağırlık verilen bu dönemde tevhid akidesi netleşmiş, davete muhatap olan insanlar neyi kabul ettiklerini ve neyi reddettiklerini anlamışlardır. Bu dönemin yaşanmasıyla, Resulullah (s.a.v.) yeni bir hükümle muhatap olmak­tadır. Bildirilen bu yeni hüküm, daha önce Kalem sure­sinde beyan edilen "Balık sahibi gibi olma.." uyarısının kapsadığı dönemin bittiğine işaret etmektedir.,

 

O halde sen, onlardan (inkâr edenlerden) yüz çevir. Artık sen, kınanacak değilsin.(51-Zariyat 54)

 

Zikrettiğimiz bu hüküm ile Resulullah (s.a.v.)'e müşriklerden ve kâfirlerden yüz çevirmesi emredilmektedir. Çünkü onlara anlatılması gereken meseleler an­latılmış ve onlar neyi inkâr ettiklerini anlamışlardır. Artık bunların bırakılması ve kendilerine va'dedilen günlerine kadar terk edilmesi emredilmektedir.,

 

Onları; çarpılacakları günlerine kavuşuncaya ka­dar bırak.(52-Tur 45)

 

Onları bırak,  kendilerine va’dedilen günlerine kavuşuncaya kadar dalıp oy nasınlar, oyalansınlar.(70-Mearic 42)

 

Daha sonra Mekke dönemini sona erdiren Hicret olayı ile karşılaşıyoruz. Ebetteki bu hicret olayını, diğer hicret olaylarıyla aynı düzlemde değerlendirmemek gerekir. Mesela Habeşistan'a hicret olayında zulüm ve işkence nedeniyle hicret edenlere izin verilmiş fakat bu­nun yanı sıra tevhidi hareketin merkezi olan Mekke'de Kalarak mücadeleye devam edenler daha büyük ecirler­le müjdelenmiştir. Medine'ye hicret olayında ise hicret edenler müjdelenmekte, dünyevi endişelerle hicretten iç­tinap edenler yerilmektedir. Çünkü Medine'ye hicret olayında müminler ile kâfirlerin saflarının ayrılması ve müminlerin, kuvvetlerini bir yerde teksif etmeleri söz ko­nusudur. İlahi davete muhatap olan ve Sünnetullah ile tehdit edilen insanlar, müminler ve kafirler olmak üzere ikiye bölünmüş ve şanı yüce Rabbimiz, kafirleri mü'minlerin eliyle cezalandırmayı murad etmiştir.,

 

Onlarla savaşınız ki, Allah onları sizin ellerinizle azaplandırsın, hor ve aşağılık kılsın, onlara karşı size zafer versin ve müminler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın.(9-Tevbe 14)

 

Nitekim Bedir savaşı başlamazdan evvel, Rabbimiz müminleri ve kafirleri birbirlerinin gözünde az göster­miştir. Savaş başladıktan sonra ise müminler kâfirleri az görmeye devam ederken, kâfirler müminleri çok gör­meye başlamışlar ve korku ile yılgınlığa düşmüşlerdir. Dikkat edilirse savaş öncesi durum ile savaş başladık­tan sonraki durum değişmektedir. Şanı yüce Rabbimiz, bunun nedenini şöyle beyan ediyor.,

 

Karşılaştığınız zaman, Allah mukadder olan emri yerine getirmek için onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. (Bütün) îşler Allah'a döndürülür.(8-Enfal 44)

 

Allah dileseydi, elbetteki onları müminlerin eliyle  değil de bizzat kendisi helak ederdi. İlahi azaba müstehak olan kafirlerin, müminlerin elleriyle de ceza­landırılması, Allah'ın lutfu ile belli bir güce erişen müminler için bir imtihan vesilesi olmaktadır.,

 

Eğer Allah dilesiydi (siz savaşmadan da) onlardan intikam alıverirdi. Ancak (savaşı emretmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir..(47-Muhammed 4)

 

Nitekim Allah'a kulluğa davet edilen, Sünnetullah ile tehdit edilen ve Resulullah (s.a.v.)'in bedduası ile azaba müstehak olan kâfirler, Bedir’de müminlerin eliyle helak edilmişlerdir. Tabi ki müminlerin eliyle gerçekleşti­rilen bu azap, kâfirlere vadedilen nihai azap değildir. Çünkü en büyük dünyevi helak olan kıyamet, bütün  insanlara  gönderilen  ve  son  peygamber olan   Resulullah   (s.a.v.)'in   ve   onun   yolunu   izleyen müslümanların gündeme getirecekleri Rabbani mesajı inkar edecek olan dünya kafirlerinin üzerine kopacağı günü beklemektedir.,

 

Andolsun Firavun kavmine de uyarılar geldi.

 

Onlar bizim ayetlerimizin hepsini yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli olanın yakalayışıyla, yakalayıverdik.

 

Sizin kâfirleriniz onlardan hayırlı mı? Yoksa ki­taplarda sizin için bir beraat mı var?

 

Yoksa onlar "Biz karşımıza çıkacak herkesi yenen güçlü bir orduyuz " mu diyorlar?

 

Yakında o toplum bozguna uğratılacak ve arka­larını dönüp kaçacaklardır.

 

Daha doğrusu onlara asıl vaad olunan kıyamet saatidir O kıyamet saatinin azabı ve dehşeti) daha belalı ve daha acıdır.(54-Kamer 41...46)

 

SÜNNETULLAH'IN GERÇEKLEŞMESİ

 

Mü'minlerin kâfirlerden ayrılmaları

 

İlahi davetle karşılaşıp, Sünnetullah gerçeği ile teh­dit edilen kavimler, hakkı bilmelerine rağmen hakkı red­dettikleri zaman Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine girmekteler ve Sünnetullah gereği helak edilmekdirler.

 

Kendilerine bildirilen ayetlerin Rabbani olduğunu anlamalarına rağmen inkarda ısrar eden kavimlerin he­lak olacakları, Musa (a.s.)'ın Firvavun'a verdiği cevapta açıkça beyan edilmektedir.,

 

Andolsun ki biz Musa'ya apaçık dokuz ayet ver­dik, îsrailoğularına sor. Onlara geldiği vakit Firavun ona şöyle demişti: "Musa ben seni gerçekten büyülen­miş sanıyorum." O da (Firavuna): "Andolsun bunları, görülecek belgeler olarak göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini sen de bilmişsin. Gerçekten ben de seni helak olmuş sanıyorum" demişti. (17-İsra 101.102)

 

Kendilerin tanınan mühlet zarfında İlahi davete açıklık kazandırılmasının ve davetin anlaşılmasına en­gel olan cahili birikimlerin izale edilmesinin görünür hik­metlerinden birisi de budur. Bu açık tebliğ ile yollar belir­ginleşmekte, müslümanların yolu ile kâfirlerin yolu kesin hatlarla birbirinden ayrılmakta ve kâfirlerin küfri yolları apaçık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

 

Suçlu- günahkârların yolu apaçık ortaya çıksın diye ayetlerimizi böylece (uzun uzun) açıklamaktayız. (6- En'am  55)

 

İlahi davet açıklık kazandıktan ve kendilerine tanı­nan mühlet bittikten sonra, mü'minlere kâfirlerden ayrıl­maları emredilmektedir. Nuh (a.s.) ve beraberindeki müminlerin gemiye binmeleri, Hud (a.s.), Salih (a.s.) ve Lut (a.s.)'ın müminlerle birlikte kavimlerinden ayrılmaları, Musa (a.s.)'ın İsrailoğullarıyla birlikte gece vakti Mısır'dan ayrılması aynı İlahi emrin bir gereği olarak ye­rine getirilmiştir.

 

Çünkü şanı yüce Rabbimiz mü'minlere, helak edi­lecek olan kavimlerinden ayrılmalarını emretmektedir. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'e de, bu sünnetini ifade eden aynı buyruk ile hitap etmiştir.,

 

Oysa sen (onların) içlerinde bulunduğun sürece Allah onları azaplandıracak değildir. (8- Enfal 33)

 

Zikredilen bu hükmü, hiç şüphesiz ki hakkı bilerek inkar eden kafirler için bir kurtuluş, bir bağışlanma olarak anlayamayız. Bu hükümde, Resulullah (s.a.v.) onların içinden ayrılmadıkça onların azaplandırılmayacağı be­yan edilmektedir. Çünkü Sünnetullah'ın kapsamında, zalimler helak edilirken mü'minlerin kurtarılacağına dair ilahi vaad vardır.   "

 

Zalimler helak edilirken mü'minlerin kurtarılması

 

Şanı yüce Rabbimiz kavimlerini İlahi hükümlerle uyaran, Sünnetullah ile tehdit eden ve bu Rabbani tebliğin anlaşılması ve yaygınlaşması için gayret sarf eden müminlerin, zalimler helak edilirken mutlaka ve mut­laka kurtaracağını vaad etmektedir.

 

Bu İlahi vaad Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde zikre­dilmektedir.,

 

Andolsun ki, biz senden önce kendi kavimlerine (nice) peygamberler gönderdik de onlara apaçık delil­ler getirdiler. (İman etmedikleri için) Biz de suçlu günahkârlardan intikam aldık. Müminlere yardım et­mek (onları kurtarmak) ise bizim üzerimizde bir haktır. (30- Rum 47)

         
 
   
 
   
 
 


Sonra biz, peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Müminleri kurtarmamız da bizim üzeri­mizde bir haktır. (10- Yunus 103)

 

Zikrettiğimiz ayet-i kerimelerde beyan edilen bu ilahi vaadin tecellisine ilişkin birçok örnekler verilmekte­dir.,

 

Onu yalanladılar. Biz de onu ve onunla birlikte gemide olanları kurtardık, ayetlerimizi yalanlayanları da (suda) boğduk. (7- Araf 64)

 

Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rah­metle Şuayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri kur­tardık. Zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı da yurtlarında diz ûstü çöke kaldılar (helak oldular). (11- Hud 94)

 

Sonra biz onlara olan vaadin doğruluğunu göstererek onları ve dilediklerimizi kurtardık Haddi aşanları ise helak ettik. (21- Enbiya 9)

 

Îman edenleri ve korkup-sakınmakta olanları da kurtardık. (27- Neml 53)

 

Zalimler helak edilirken İlahi vaad ile kurtarılan ve kurtarılacak olan müminler elbetteki

Rabbani hükümle­re teslim olan ve bu hükümlerin getirdiği sorumluluğu idrak ederek yaşayan müminlerdir. Enfal suresinde zik­redilen "Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah onları azaplandıracak değildir" buyruğu Resulullah (s.a.v.) ile birlikte, onun yolunu izleyen dünya müslümanlarını da muhatap almaktadır.

 

Tabi ki bu müslümanlar, İlahi mesajı Resulullah (s.a.v.)'in sünnetini dikkate alarak yaşamaya ve yansıtmaya çalışan müslümanlardır. Sözkonusu İlahi vaad ile müjdelenen müslümanlar, bu kutlu müslüman­lardır. Bunlar cahili toplumlarda yaşamalarına rağmen cahiliyeye ve zulme rıza göstermeyen, kötülükten sakındıran, iyiliği emreden müslümanlardır.

 

Bunlar Rabbani ölçüyü esas almadan yaşadıkları şartlara göre değişebilen kimseler değil, Rabbani ölçü ile şartları değiştirmeye talip olan kimselerdir. Söz konu­su İlahi vaad ile müjdelenen müslümanlar, bu kutlu müslümanlardır.

 

Halkı islah eden kimseler iken senin Rabbin o ülkeleri zulm ile helak edecek değildi. (11- Hud 117)

Ancak!.Hakkı bilmelerine rağmen, haksızlık karşısında sükut edenler,

 

Resulullah (s.a.v.)'in razı olmadığı, boyun eğmediği zalime ve zulme boyun eğenler, razı olanlar,

 

Allah'ın hükmünü bilmelerine rağmen şeytani hükümleri inkâr etmeyenler, inkar ettirmeyenler, insanları Allah'a kulluğa davet ederken, şeytana ve şeytanın dostlarına kulluktan menetmeyenler,

 

Allah'tan korkup-sakınmayanlar, zalim ve zulüm karşısında susmayı, müslümanca bir sabır olarak adlandıranlar, çevresindeki uyuşmuş ve uyuşturulmuş insanların kendisine yönelttikleri sevgi, saygı ve itibar ile hoşnut  olup, bu cahili değerler ile Allah katında da değerli ol­duklarını zannedenler, malından ve canından taviz vermeyip, Allah'ın hükmünden taviz verenler, yapmadıklarını söyleyip, emr olunmadıkları işleri yapanlar, üç günlük dünya hayatını, ebedi hayata tercih edenler, var olan Allah'tan değil, yok olan yokluktan korkanlar, müslümanca yaşamasını bilmezken, müslümanca ölmekten söz edenler,zelil bir yaşantıyı, Allah'ın lutfu ile gerçekleşebile­cek olan izzetli ve onurlu bir şehadete tercih edenler...

 

İşte bunlar, bütün bunlar zalimin zulmünde ve mazlumun günahında hisse sahibidirler. Allah'ın azabı zulmeden zalimlerle birlikte, zulme rıza gösteren bu kimseleri de kuşatacaktır.

 

Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden sadece zulmedenlere isabet etmez. Bilin ki Allah 'in azabı çok şiddetlidir. (8- Enfal 25)

 

Bu ayet-i kerimede belirtilen kimseler, zalimin zulmüne güçleri nisbetince müdahale etmeyen kimse­lerdir. Dolayısıyle zalimlerin müstahak oldukları azap, zulme rıza gösteren bu kimselere de dokunmaktadır. Bu kimseler, zalimlere azap edilirken kurtulacak olan kimseler değildir. Rabbimizin İlahi vaadine muhatap olan müminler, güçleri nisbetince kötülükten sakınan ve kötülükten sakındıran, iyiliği yaşayan ve iyiliği emreden mü'minlerdir.

 

..Biz kötülükten sakındıranlan kurtardık. Zulme sapanları da yapmakta oldukları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azap ile yakalayıverdik. (7- A'raf 165)

 

KIYAMET

 

Kıyamete iman

 

Mü'minlerin vasıflarından birisi de kıyamete yakinen iman etmeleridir. İlahi vahy ile bildirilen bu gerçek, mü'minlerin iman ettiği ve ne zaman kopacağına dair yapılan batıl tartışmalardan içtinap ettikleri bir gerçektir. Kıyametin ne zaman kopacağını sormak batıl bir soru olduğu gibi bu batıl soruya cevap aramak da batıl bir uğraşıdır. Çünkü kıyametin ne zaman kopacağı, şanı yüce Rabbimizin habibi olan Resulullah (s.a.v.)'e dahi bildirilmemiştir.

 

"O ne zaman demir atacak?" diye, sana kıyamet saatini soruyorlar. Sende ona (saati) bildirmeye ait ne (bilgi) var ki. Onun nihayeti (kopuş saati) ancak Al­lah'a aittir. Sen yalnızca ondan korkup sakınacak kimseler için bir uyarıp korkutansın.

79-Naziat 42..45

 

Sana kıyamet-saatinin ne zaman demir atacağını(vuku bulacağını) sorarlar. De ki: "Önün ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O' göklerde de, yerde de ağırlaştı. O size ansızın gelecektir.7-A'raf 187

 

Zikrettiğimiz ayeti kerimelerde beyan edildiği gibi kıyametin ne zaman kopacağı biz müslümanlara bildiril­memiştir. Bunun ilmi ancak ve ancak Rabbimizin katındadır. Ebced hesabı ile bazı ayetleri değerlendirerek, kıyametin ne zaman kopacağına dair görüş beyan edenler, bu konuda sapıklığa düşen kimselerdir. İlm-i huruf denilen ebced hesabı ile gizli ilimleri öğrenmeye teşebbüs eden kimseler, henüz bu konudaki açıkça be­yan edilen zahir hükümleri anlayabilmiş değillerdir. Bu konudaki açık hükümleri idrak etselerdi, kıyamet saati­nin ne zaman kopacağına dair batıl araştırmalara gir­mez ve kehanet olarak nitelendirilecek görüşler beyan etmezlerdi. Kıyametin ne zaman kopacağı Kur'an'ı Kerim'de bildirilmiş olsaydı, bunu anlamaya en layık kişi elbetteki Resulullah (s.a.v.) olurdu. Oysa ki Resulullah (s.a.v.)'i muhatap alan ayet-i kerimelerde, kıyamet saati­nin ne zaman vuku bulacağına dair bilgi verilmediği, sa­atin bildirilmediği, bu bilginin Rabbimizin katında olduğu ve bu konuda tartışmanın, görüş beyan etmenin sapık­lık olduğu açıkça bildirilmektedir.,

 

Allah, kitabı ue mizanı hak olmak üzere indirdi. Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır. Ona (kıyamete) inanmayanlar, onun çabuk gelmesini ister­ler, iman edenler ise ona karşı bir korku içindedirler ve onun şüphesiz bir hak olduğunu bilirler. Haberiniz olsun, kıyamet saati hakkında tartışıp mücadele eden­ler gerçekten uzak bir sapıklık içindedirler. 42-Şura 17.. 18

 

Bu ayet-i kerimelerde kıyamet saatine karşı hak ve batıl yaklaşımların ne olduğu beyan edilmektedir. Ölüm akıllarına geldiği zaman benizleri sararan, ölümü istemeyen ve ölümde acele etmeyen kimseler, kıyamet ko­nusunda acele edebilmektedirler. Bunun nedeni ayet-i kerimede beyan edildiği gibidir. Ölümün hak olduğunu bildikleri için ölümü istemeyen ve ölümde acele dav­ranmayan bu kimseler, kıyamete inanmadıkları için kıya­mette acele davranabilmektedirler.

Oysa acele ettikleri kıyamet koptuğu zaman; "Nere­ye kaçalım, hangi sığınağa girelim, nereye sığınalım..." diyerek feryat edeceklerdir.,

 

"Kıyamet günü ne zamanmış" diye sorar. Ama göz kamaşıp kaydığı, ay tutulup karardığı, güneş ve ay birleştirildiği zaman, insan o gün der ki: "Kaçılıp sığınılacak yer neresi?" Hayır, sığınılacak hiçbir yer yok.75-Kıyamet6...11

 

Kıyameti acele istemek, kıyamete inanmayanların batıl bir yaklaşımlarıdır. Kıyamete inananların batıl yaklaşımları ise kıyametin ne zaman kopacağına dair batıl tartışmalarda bulunma­larıdır. Yukarıda zikrettiğimiz Şura süresindeki ayet-i kerimelerde bu batıl yaklaşımlar beyan edildiği gibi iman edenlerin kıyamet saatine karşı hak yaklaşımları da be­yan edilmektedir. Mü'minler Kur'an'ı Kerim'de zikredilen kıyamet olayını tefekkür eden, bu tefekkür ile kıyametin dehşetini idrak ederek korku içine düşen ve bu kıya­metin şüphesiz bir hak olduğuna iman eden kimselerdir. Kıyametin ne zaman kopacağına dair bu mü'minlere ve­rilen yegâne haber ise kıyametin yakın olduğudur.

 

Kıyamet-saati yaklaştı..54-Kamer 1

 

Gerçekten onlar, bunu uzak görmektedirler. Biz ise onu yakın görüyoruz.70-Mearic 6.7

 

O yaklaşmakta olan (kıyamet-saati artık) yak­laştı.53-Necm 57

 

Bazı kardeşlerimiz; "Kıyameti yakın veya uzak bil­menin bizimle bir ilgisi yok. Biz kendi kıyametimizle (ölümümüzle), ilgilenelim." demektedirler. Bu ifade ile batıl tartışmaları kasdediyorlarsa, kendilerine elbetteki hak veriyoruz. Ancak Kur'an'ı Kerim'de de beyan edildiği gibi mü'minler kıyametin yakın olduğuna İnanmakla mükelleftirler. Biraz önce zikrettiğimiz "Gerçekten onlar bunu uzak görmektedirler, biz ise onu yakın görüyo­ruz" buyruğu, iki ayrı taraf ve iki ayrı yaklaşım bildir­mektedir. Mü'minlerin hangi tarafta ve hangi yaklaşıma sahip olmaları gerektiği ise aşikârdır.

 

Kıyameti yakın bilmenin ve kıyametin her an kopa­bileceğine inanmanın elbetteki bazı hikmetleri vardır. Kıyametin yakın olduğuna yakinen iman eden kar­deşlerimize, bu hikmetlerin ne olduğunu açıklamamıza gerek yoktur. Çünkü bu hükme yakinen iman eden kar­deşlerimiz bu hükmün hikmetini, yaşarken idrak edebi­leceklerdir. Bazı kimseler bu ifadelere itiraz ederek; "Biz kıyametin yakın olduğuna iman ettik fakat bunun hikme­tini kavrayamadık, iman etmekle, hikmetini anlamak arasında nasıl bağlantı kuruyorsunuz?" diyebilecekler­dir. Kıyametin yakın olduğuna iman ettik fakat bunun hikmetini kavrayamadık diyen kimselerin, hikmeti anla­mada zaafa düştükleri aşikardır.

 

Ne var ki bu zaaf, akü bir zaaf değil imani bir za­aftır

 

'Kıyametin yakın olduğuna inanıyoruz' demeleri­ne rağmen beşikteki çocuklarının evlenmesini "düşünen, onun evini ve çeyizini hazırlamaya çalışan kimselerde bu imani zaaf vardır.

 

'Kıyametin yakın olduğuna iman ediyoruz' deme­lerine rağmen bugün yapılması gereken işi yarına bıra­kan kimselerde bu imani zaaf vardır.

 

'Kıyametin her an kopabileceğine iman ediyoruz' demelerine rağmen yarınlarda yapılması gereken işleri bugün yapmaya çalışan ve dolayısıyla bugünün yapıl­ması gereken işlerini yapamayan kimselerde bu imani zaaf vardır.

 

Oysa ki kıyametin yakın olduğuna ve kıyametin her an kopabileceğine yakinen iman eden müslümanların hal ve yaşantıları böyle değildir. Bu söylediklerimize rağmen meseleyi yine de anlayamayan kimselere şöyle bir örnek verme ve şu şekilde seslenme durumunda ka­lacağız. Tabi ki bu örneği, meseleyi anlayabilmeleri için farazi olarak veriyoruz.,

Sizler, kıyametin her an kopabileceğine iman ettiğinizi söylüyorsunuz. Bu samimi ifadeniz, kıyameti her an beklediğinize ve buna inandığınıza işarettir. Şimdi kendi­nize yönelin ve bu imanın sizin iç dünyanızda nasıl bir etki bıraktığını, dünya görüşünüzü ne derece etkile­diğini, sizin dünyaya ve insanlara yaklaşımınızı değiştirip değiştirmediğini dürüst bir şekilde tespit edin. Bu tespitten sonra farazi olarak şu olayı yaşadığınızı düşünün. Yalnız ve uyanıkken İlahi olduğundan şüphe etmediğiniz şu hitapla karşılaşıyorsunuz.,

 

"Kıyamet bir ay sonra kopacak!.."

 

Ne oldu?

 

İç dünyanızda bir depremle mi karşılaştınız?

 

Dünyaya ve dünya malına karşı yaklaşımınız değişti mi? Artık eskisi gibi tamahkâr değil misiniz? Daha önce sımsıkı tuttuğunuz ve daha da fazlalaştırmak için çalıştığınız malınızı nereye götürüyorsunuz, Allah rızası için infak mı etmek istiyorsunuz? Çocuğu­nuz büyüyünce oturacağı evi ve çeyizi hazırlamaktan vazgeçip, onun ahiretini kurtarma telaşına mı düştü­nüz? Dudağınızı neden ısırıyorsunuz, hacca gitmeyi her sene ertelediğiniz için mi? Sakalınızı neden kesmiyorsu­nuz, hani yaşlanınca bırakacaktınız? Bu gece vakti ne­reye koşuyorsunuz? Akrabalarınıza, dostlarınıza, sevdiklerinize ve çevrenizdeki insanlara biran önce varmak, onları biran önce uyarmak ve onları biran önce kurtu­luşa çağırmak istiyorsunuz değil mi?

 

Peki, sizde bu değişikliği yapan ne?

 

Farazi olarak düşündüğümüz, kıyametin bir ay sonra kopacağına dair İlahi hitap mı?

 

İyi ama siz zaten kıyametin her an kopabileceğine inanmıyor muydunuz? Siz zaten 'Kıyamet her an kopa-bilir' demiyor muydunuz?

 

Kaldı ki her an kopabileceğine inandığınızı söyle­diğiniz kıyamet hakkında, farazi olarak bir ay toleranslı bir haberle karşılaştınız. Telaşa kapılacağınıza, biraz rahatlamanız gerekmez miydi?

 

İtiraf edilmesi gerekir ki, bu konudaki gafletiniz imani zaaftan kaynaklanmak­tadır. Kıyametin yakın olduğuna, her an kopabileceğine iman ettiğinizi söylemenize rağmen içinde bulunduğu­nuz hal ve yaşantıyla kıyameti hiç de yakın görmüyordunuz. Farazi olarak düşündüğümüz 'Kıyamet bir ay sonra kopacak' hitabı yerine 'Sen yaşadığın sürece kıyamet kopmayacak' hitabı ile karşılaşsaydınız, o za­man halinizde ve yaşantınızda önemli bir değişiklik ola­cak mıydı?

 

Kendilerinde imani zaaf bulunan ve farazi bir örnek vererek muhatap aldığımız kimseler, umud ederiz ki kıyametin yakın olduğuna yakinen iman etmenin hikme­tini kısmen de olsa anlamışlardır.

 

Kıyametin yakın olduğu buyruğuna iman etmenin hikmeti, bu buyruğa yakinen iman eden müslümanların nefislerine, dünyaya ve insanlara yaklaşımlarından mey­dana

gelen köklü değişiklerdir. Bazı insanlarda biraz evvelki örnekte belirttiğimiz gibi müşahhas bir haberle gerçekleşen değişiklikler, bu mü'minlerde Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen hükümlere yakinen iman etme ile gerçekleşmiştir.

 

Kıyametin her an kopabileceğine iman etmek ile her an ölünebileceğine iman etmenin benzer hikmetleri varsa da, bu iki olayı yine de birbirinden ayrı değerlendirmemiz gerekir. Çünkü ölüm düşüncesi daha çok ferdi sorumluluğu ve nefse yönelik endişeyi etkilerken, kıyamet düşüncesi toplumsal sorumluluğu ve çevreye yönelik endişeyi de etkilemektedir.

 

Sünnetullah'a göre kıyamet

Daha önceki yazımızda kıyametin ne zaman kopa­cağına dair araştırmada bulunmanın ve bazı hesaplarla bu konuda görüş beyan etmenin batıl bir uğraşı olduğunu belirtmiştik. Kıyamet hadisesini Sünnetullah'a göre değerlendirirken amacımız elbetteki kıyamet saati­ni tespit etmeye çalışmak gibi batıl bir uğraşıya girmek değildir. Bunun mümkün olmadığını zaten idrak ediyor ve Allah'a hamdolsun ki bu konuda beyan edilen hükümlere zaten iman ediyoruz.

 

Ancak kıyamet hadisesinin Sönnetullah'a göre değerlendirilmesini ve ikisi arasındaki yakın ilginin araştırılmasını batıl bir uğraşı olarak telakki etmiyoruz. Kaldı ki bu meseleyle ilgili bazı hususların dünya müslümanları tarafından bilinmesinde fayda ve hayır mülahaza ediyoruz. Çünkü kıyamet koparken kurtulma­ları umud edilen müslümanlar bu gerçekleri dikkate alan müslümanlardır.

 

Öncelikle bilinmesi gereken mesele, kıyametin Sünnetullah'a göre kopacağı ve Sünnetullah'ın bir te­cellisi olarak vuku bulacağıdır. Çünkü kıyameti gerçekleştirecek olan Rabbimiz, bu hadiseyi Kur'an'ı Kerim'de beyan ettiği sünnetine göre gerçekleştirecektir. Değişmesi ve değiştirilmesi mümkün olmayan, bu Sünnetullah ise, Kur'an'ı Kerim'de zikredilen ve bu ki­tapta açıklamaya çalıştığımız toplumların helakıyla ilgili Sünnetullah'dır. Daha açık bir ifade ile kıyamet toplum­ların helakiyle ilgili bu Sünnetullah'ın bir tecellisi olarak kopacaktır.

 

İlahi davetle karşılaşmalarına ve Sünnetullah ile tehdit edilmelerine rağmen inkârlarında ısrar eden ka­vimlerin, bu konudaki Sünnetullah'ın bir gereği olarak helak edildiklerini belirtmiş ve Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen örnekleri zikretmiştik. Nuh (a.s.)'ın davetinin, za­manındaki bütün insanlara ulaştığını kabul ederek, Nuh tufanı ile meydana gelen helakin bütün dünyayı kuşat­masını bir istisna kabul edersek,

Sünnetullah gereği meydana gelen diğer helakların genelde bölgesel helaklar olduğunu müşahade ederiz. Tabi ki bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü toplumların helakıyla ilgili Sünnetullah’m hükmü çerçevesine, İlahi davetle karşılaşan ve Sünnetullah ile tehdit edilen toplumlar girmektedir. Birçok pey­gamber kendi kavimlerine gönderildiği ve kendi kavimle­rini uyarıp korkuttukları için, helakla ilgili Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine sadece bu kavimler girmiş ve Al­lah'ın ayetlerini inkar eden bu kavimler helak edilmiştir. Hangi kavim veya hangi ülke Allah'ın ayetleriyle Allah'a kulluğa davet edilmiş ve Sünnetullah ile tehdit edilmişse, bu ülke veya bu kavim Sünnetullah'ın hükmü çerçeve­sine girmektedir. Bu gerçeği kabul ve idrak ettikten son­ra şu soruyu sormamız gerekecektir.

 

Son peygamber Resulullah (s.a.v.)'in ve son Kitap Kur'an'ı Kerim'in gönderilmesiyle hangi kavim veya han­gi ülke Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine girmektedir? Resulullah (s.a.v.)'in belli kavimlere değil de bütün insanlara peygamber olarak gönderildiği gerçeğinden hareket ederek: "Bütün dünya insanları Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine girmektedir" diyemeyiz. Çünkü yu­karıda da belirttiğimiz gibi herhangi bir ülkenin bu Sün­netullah'ın hükmü çerçevesine girebilmesi için, o ülke­nin Allah'ın ayetleriyle Allah'a kulluğa davet edilmesi ve Sünnetullah ile uyarılıp tehdit edilmeleri gerekmektedir.

 

Kıyamete kadar yaşayacak olan bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Resulullah (s.a.v.), bilin­diği gibi İlahi davete Mekke ve çevresinden başlamıştır. Buradaki insanlar Allah'ın ayetleriyle Allah'a kulluğa davet edilmişler ve Sünnetullah ile uyarılıp tehdit edil­mişlerdir. Resululah (s.a.v.) bütün dünya insanlarına peygamber olarak gönderilmesine rağmen ilk dönem­lerde yapılan bu İlahi davetle, Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine bütün dünya değil, bu İlahi davetin gerçekleştiği bölge girmektedir. İlahi davete muhatap olan ve Sünnetullah ile uyarılan Mekke müşriklerinin, Ad ve Semud kavimlerini helak eden yıldırıma benzer bir yıldırımla tehdit edilmeleri bu gerçeğin açık örneğidir.,

 

Yine yüz çevirirlerse, artık de ki: "Ben sizi Ad ve Semud yıldırımına benzer bir yıldırımla uyarıp kor­kuttum. "41-Fussilet 13

 

Bilindiği gibi Ad ve Semud kavimlerinin helakları, bölgesel helaklardır. Netice olarak anlamamız gerekir ki, peygamberler vasıtasıyla gönderilen İiahi mesaja muhatap olan ve bu Sünnetullah ile ikaz edilen kavim­ler, bu Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine girmektedir. Günümüz müslümanları Resulullah (s.a.v.)'in sünnetini dikkate alarak bu İlahi mesajı kendi ülkelerinde Sünnetullah'a uygun olarak gündeme getirdikleri zaman, o ülke bu Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine gire­cektir.

 

Peki!..

 

Bu İlahi davet Resulullah (s.a.v.)'e ümmet olma bi­lincindeki dünya müslümanları tarafından Sünnetul­lah'a uygun olarak dünya genelinde gündeme geldiği zaman, dünya insanları aynı İlahi davet ve aynı İlahi tehdit ile karşılaştıkları zaman, bu Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine hangi ülke girecektir?

 

İşte bu soruya vereceğimiz cevap açıktır.

 

Böyle bir durumda, toplumları helak eden Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine bütün dünya girmektedir. Nitekim kıyamet, Resulullah (s.a.v.)'in ilahi daveti ile karşılaşıp ve Sünnetullah ile tehdit edilmelerine rağmen küfürlerinde ısrar edecek olan dünya kâfirlerinin üzerine kopacaktır.

 

Peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği ayetleri inkâr eden ülkeleri helak eden Rabbimiz, en şiddetli azabı ve helaki olan kıyameti, 'Habibim' buyurduğu Resulullah (s.a.v.) ile gönderdiği ayetlerini inkâr eden dünya kâfirlerine va'detmektedir. Resulullah (s.a.v.) ile gönderilen İlahi ayetleri inkâr eden dünya kâfirleri, helakla ilgili Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine girecekler ve genel bir helak olan kıyametle helak edileceklerdir.

 

Resulullah (s.a.v.)'in vefat etmiş olması, bizleri bu konuda bazı şüphe ve istifhamlara götürmemelidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bütün insanlara pey­gamber olarak gönderilen Resulullah (s.a.v.)’in vefatı zamanında dahi İlahi tebliğ net ve açık bir şekilde dünyadaki bütün insanlara ulaşmamıştı. Bütün insanla­ra gönderilmesine rağmen İlahi davetin bütün insanlara ulaşmamış olması elbette ki tenakuz değildir. Resulullah (s.a.v.)'in vefatıyla nübüvvet bitmiş fakat son nübüvvet sahibi Resulullah (s.a.v.)'in getirdiği ve sünnetiyle beyan ettiği İlahi davet bitmemiştir. Bu yüce görevi Resulullah (s.a.v.)'e ümmet olma şuurundaki dünya müslümanları üstlenecekler, İlahi daveti sünnete uygun olarak net ve açık bir şekilde bütün dünya insanlarına götürerek, bu insanları aynı İlahi davet ve aynı İlahi tehdit ile karşı karşıya getireceklerdir.

 

Kıyamet hadisesini  Sünnetullah'a göre değerlen­dirdiğimiz zaman tesbit edebileceğimiz diğer husus, ilahi  tebliğin kıyametten önce net ve açık bir şekilde dünya genelinde gündeme geleceğidir. ‘Gafil haldelerken helak edilmeyecekleri' başlığında açıkladığımız gibi hiçbir ka­vim veya hiçbir ülke beklemedikleri veya kendilerine bil­dirilmeyen bir helakla karşılaşmamışlardır. Helak edilen bütün kavimler, net ve açık bir tebliğle Allah'a kulluğa davet edilmişler ve daveti kabul etmeyen kavimlerin müstahak olduğu helakla ilgili Sünnetullah ile tehdit edil­mişlerdir. Kıyamet olayı da Sünnetullah'ın bir tecellisi olarak vuku bulacak genel bir helak olduğu için bu helaktan önce İlahi tebliğ dünya genelinde net ve açık bir şekilde gündeme gelecek ve dünya insanları bu Sünnetullah gerçeği ile tehdit edileceklerdir. Kıyamet azabı ile helak edilecek olan dünya kâfirleri, bilmedikleri veya beklemedikleri bir akibetle karşılaşmayacaklardır. Neye davet edildiklerini net ve açık bir sekide öğrene­cekler ve bu daveti kabul etmezlerse hangi Sünnetullah gereği helak edileceklerini bileceklerdir. Geçmişte helak edilen kavimler, gafil haldelerken helak edilmedikleri gibi, bunlar da gafil haldelerken helak edilmeyeceklerdir. Çünkü kavimlerin veya ülkelerin gafil haldelerken helak edilmeyecekleri, Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti olarak zikredilmektedir.,

 

Biz hangi ülkeyi helak ettikse, muhakak o ülke halkını uyaranlar olmuştur. Onlara öğüt verilmiştir. Biz zulmetmiş değiliz. 26-Şuara 208.209

 

Bunun sebebi, Rabbinin ülkeler halkını gafil haldelerken onları zulüm ile helak edici olmadığındandır. 6-En'am 131

 

Dünyevi helakla ilgili azabın kâfirlerin hiç beklemedikleri bir yönden veya ansızın gelmesi, elbetteti bu sünnete muhalif değildir. Çünkü Sünnetullah gereği he­lak edilen bu ülkelere, azabın hangi saatte veya hangi yönden geleceği bildirilmemesine rağmen azabın gele­ceği bildirilmiştir.,

 

Hiç şüphesiz size va'dedilen mutlaka gelecektir. Siz aciz bırakabilecek değilsiniz. 6-En'am 134

 

Şanı yüce Rabbimiz hiçbir ülke halkını gafil halde­lerken helak etmemiştir. Kurtuluşunu veya helakini murad ettiği kavimlere mutlaka ve mutlaka uyarıcılar göndermiştir. Söz konusu kavimler Allah'ın ayetleri ile Allah'a kulluğa davet edilmişler ve bu konudaki Sünnetullah ile uyarılıp tehdit edilmişlerdir.,

 

Biz bir ülkeyi yıkıma uğratmak (helak etmek) is­tediğimizde, oranın nimet ve refahtan şımarmış ele­başılarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise onda (emirlerimizde) bozgunculuk yaparlar. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helak ederiz.17-İsra 16

 

Toplumların helakıyla ilgili Sünnetullah'ı beyan eden bu ayet-i kerimeleri dikkate aldığımız zaman, kıyamet öncesinde İlahi tebliğin mutlaka gündeme gele­ceğini ve Rabbimizin dilemesiyle dünya genelinde yaygınlaşarak, dünya insanlarının, gündemini oluştura­cağını düşünebiliriz. Sünnetullah'a göre bu bir gerekli­lik olduğu gibi günümüz şartlarında bunun gerçekleşti­rilmesi zor da değildir. Çünkü bilindiği gibi dünyanın her ülkesinde müslümanlar bulunmakta ve bu müslümanlar değişik vesilelerle birbirlerinden haberdar olabilmektedirler. Yapmamız ve yapılması gereken ilk görev, dünya
müslümanlarını tevhidi çizgide birlik ve beraberliğe da­vet etmektir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken husus, dünya müslümanlarının her konuda ortak tavıra değil, her konuda ortak istikamete davet edilmeleridir. Çünkü farklı konumlarda bulunan müslümanların her konuda ortak tavıra girmeleri ve bu şekilde bir vahdet sağlama­ları mümkün değildir.      

 

Her konumun kendisine özgü fıkhı ve mükellefi­yetleri vardır. Dolayısıyla dünya cahiliyesine karşı gösterilmesi gereken tavırlar, bu tavırlara muhatap olan müslümanların konumları dikkate alınarak tesbit edilir. Cahiliyeye karşı gösterilmesi gereken Rabbani tavırla­rın hepsiyle muhatap olan dünya müslümanları, bu Rabbani tavırların hepsiyle mükellef değildirler. Bu tavırlarla mükellef olma, bu tavırlarla muhatap olan fert, cemaat veya devlet durumundaki müslümanların bulun­dukları konumla ilgilidir.

 

Dünya müslümanları, içinde bulundukları konuma dikkate alarak tevhidi çizginin hangi noktasında olduk­larını tesbit edecekler ve bu konumun fıkhını yaşaya­caklardır. Dünya müslümanlarının vahdeti bulunan ko­numda değil, takip edilen tevhidi çizgide sağlanacaktır. Böyle bir çizgide vahdeti sağlayabilecek olan dünya müslümanlarının elbetteki bazı konularda ortak tavırları da olabilecektir.

 

Genel olarak cahili sistemlerin yürürlükte olduğu ülkelerde yaşayan dünya müslümanları, Rabbani yol ve yöntem konusunda bazı çelişkileri yaşamaktadırlar. Allah'ın lutfu ile mevcut imkânlardan faydalanılarak bu müslümanlarla görüşülür ve bu müslümanlar Rabbani yol konusunda netleşirlerse, Sünnetullah'ın gerektirdiği İlahi davet dünya genelinde gündeme gelebilecektir. Dünya insanları Resulullah (s.a.v.)'in İlahi davetine şahit olabilecekler ve daveti kabul etmeme durumunda başla­rına gelebilecek olan Sünnetullah ile tehdit edilecekler­dir.

 

Dünyanın çeşitli ülkelerinde bulunan kıyamet öncesi müslümanları, Resulullah (s.a.v.)'in sünnetine uygun olarak İlahi tebliği dünya gündemine getirecek olan müslümanlardır. Tabi ki Sünnetullah gereği helak edilecek olan dünya kâfirleri de, Allah'ın ayetleriyle Al­lah'a kulluğa davet edilmelerine ve Sünnetullah ile tehdit edilmelerine rağmen inkârlarında ısrar edecek olan kâfirlerdir. Bu kâfirler bilmedikleri ve tehdit edilmedikleri bir azapla değil, dünya müslümanları tarafından kendileri­ne açıkça bildirilen ve tehdit edildikleri Sünnetullah'ın gerektirdiği bir azapla helak edilecektir.

 

Kıyamet olayını, dünyevi helakla ilgili Sünnetullah’ın son tecellisi olarak idrak ettiğimizden kıyamet kopmazdan önce mü'minlerin bu dehşetli olaydan kurtulacağına inanmak­tayız. Çünkü şanı yüce Rabbimiz, zalimleri helak eder­ken müminleri kurtaracağını va'detmektedir. Bu konuyla ilgili bölümde, bu İlahi vaadi açıklamış ve bazı örnekler vermiştik. Verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi mü'minler helak emri tecelli etmezden önce kâfirlerden ayrılmakta ve helak edici azap sadece kâfirleri kuşatmaktaydı.

 

Tabi ki kıyamet olayı, diğer helak olaylarından ayrı bir keyfiyete sahiptir. Diğer helak olaylarında mü'minler gemiye binerek veya helak edilecek kavimlerini terk ederek, bu olayın dışında kalmışlar ve bu olaydan sonra yaşamlarını yine sürdürmüşlerdir. Oysaki kıyamet ola­yında sığınılacak bir gemi veya bu olayın dışında kalınabilecek bir yurd yoktur.’’

 

 

Yazar kitabımızın sonuç kısmında tüm anlatılan konuları daha güncel bir çeviri ile sunmaktadır.

 

‘’Yirminci yüzyıl denilen bir çağda yaşıyoruz.

 

Saadet dönemini on dört asır geride bırakmışız. Aydınlık ve aydınlık kaynağı dönem ile aramızda on dört asırlık bir tarih oluşmuş.

On dört asır, bin dört yüz yıl!..

 

Neler olmamış ki bu on dört asırlık dönemde? Üzülünecek, sevinilecek, şaşırılacak, kızılacak neler ol­mamış ki?  Bölünmeler, parçalanmalar, iç savaşlar..

 

Hz. İbrahim (a.s.)'ın "Ya Rabbi zürriyetimden imamlar ve önderler kıl" duası üzerine Rabbimizin: "Zalimler Benim ahdime erişemez" buyruğu ile reddedi­len saltanat sisteminin, bu İlahi buyruğa rağmen teşek­külü ve sultanoğlu zalimlerin başa geçmesi..

 

Hz. Musa (a.s.) Rabbani görevi için kardeşi Harun (a.s.)'ı yardımcı olması için isterken, kardeşlerini katle­den ve ellerindeki kardeş kanını değişik fetvalarla yıka­maya çalışan sultanlar...

 

Yaşamak için, sultanların zulmünü de yaşatan ve bu zulmü din adına onaylayan, meşru gösteren çanak yalayıcıları..

 

Resulullah (s.a.v.)'e ümmet ve halef olduklarını id­dia eden sultanların, Resulullah (s.a.v.)'in sade yaşantı­sına karşılık saraylarda ve yüksek tahtlarda hilafet (!) görevini yürütmeye çalışmaları..

 

Kültür ve eğitim faaliyetleriyle insanları ve toplum­ları değil, toprakları fethetmeyi amaçlayan savaşlar..Batıda kral-papaz, doğuda sultan-şeyhülislam iliş­kileri..Müsbet ilme karşı takınılan menfi tavırlar..Saraya ve ihtişamlı yaşantıya haklı bir kızgınlıkla bakan binlerce göz..Son dönemlerinde 'Hasta adam' olarak adlandı­rılan Osmanlının tabi bir ecel ile ölmesi.. Saltanat sisteminin kaldırılması..Dinin istismarına şahit olan gözlerin, istismarcılara değil dine düşman edilmesi..Cumhuriyetin kurulması..

 

Dinin istismarını önlemek için, din ile devlet işleri­nin ayrılması ve laikliğin teşekkülü..

 

Dinin istismarını önlemek için Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen kanunların yürürlükten kaldırılması ve ha­yat şeklini belirleyecek olan kanunların meclislerden çıkarılması..

 

Dinin istismarını önlemek için yapılan bu çalışma­lara karşı çıkan veya engel olan kimselerin, dinin istis­marını önlemek için katledilmesi..

 

Dinin istismarını önlemek için, imam-hatip ve ilahiyat fakültelerinin kurulması ve din görevlilerinin devlet kontrolünde  yetiştirilmesi..

 

Dinin istismarını önlemek için,  cami ve benzeri yerlerde dinin devlet tarafından öğretilmesi..

 

Dinin istismarını önlemek için, devletin belirlediği müfredatın dışına çıkarak Kur'an'ı Kerim'deki bazı hükümleri gündeme getiren din görevlilerinin görevden alınması ve cezalandırılması..

 

Dinin istismarını önlemek için, devleti meşru gören zararsız gruplara müsamaha edilmesi  ve dini asabiyete sahip olan kimselerin bu gibi gruplarda deşarj edilmesi.. Ve.. Ve..

 

Ve istismar edilmesinden endişe duyulan dinin, bili­nen sebeblerle ortadan kalkması..

 

İşte böyle geldik günümüze veya böyle getirildik. Dünyanın birçok bölgesinde de durum bundan pek farklı değil. Batı dünyasındaki toplumlar ise meydana getirdikleri MEDENİ dünyanın ağırlığı ve soğukluğu altında ezilmektedirler. Uluslararası şirketler vasıtasıyla dünyaya tahakküm eden emperyalizm,   sömürdükleri ülke yönetimleri üzerinde müessir olabilmekte ve gere­kirse bu yönetimleri bazı müdahaleler ile azledebilmektedirler. Halkın iradesi ile iş başına geldiklerini söyleyen ülke yöneticileri, halkın iradesinden ziyade emperyaliz­min iradesi ile iş başına gelmektedirler. Müstekbir mantığı, aynı rengin değişik tonlarını sergileyerek dünyanın birçok ülkesinde kendisini göstermektedir. Allah'ın hâkimiyetini inkâr eden bu müstekbirler, 'Halkın hâkimiyeti' sloganı altında kendi hâkimiyetlerini sürdürmek istemek­tedirler. Sömürdükleri insanları aldatmak için, 'Biz de Allah’a inanıyoruz'   diyen bu müstekbirler,   gerekirse Kur'an'ı Kerimin okunmasına ve okutulmasına izin vermektedirler.

 

Tabi ki sadece okunmasına ve okutulmasına!..

 

Kur'an'ı Kerim'in belli kıraatlere göre okun­masından bu müstekbirler rahatsız olmamaktadırlar. Çünkü Allah'ın buyruğunu içeren Kitap okunmakta, bu müstekbirlerin buyruğunu içeren kitap ise yaşanmak­tadır. Mesela Libya Lideri Kaddafi, ülkesindeki insanlar tarafından Kur'an'ı Kerim'in belli kıraatlerle okun­masından rahatsız olmamaktadır. Çünkü Libya'da Kur'an'ı Kerim kıraatle okunmakta, Kaddafi'nin hazırla­dığı Yeşil Kitap ise yaşanmaktadır. Kaddafi'ye 'Senin hazırladığın Yeşil kitabı kıraatle okuyup, Kur'an'ı Kerim'i yaşayalım mı?' şeklinde bir teklif götürülse, Kaddafi'nin gerçek çehresi meydana çıkacaktır. Müslüman olduğunu iddia eden bu kimsenin, kendi kitabına reva görmediği bir durumu, Kur'an'ı Kerim'e reva gördüğü anlaşılacaktır.

 

'Kişi ile Allah arasına hiç kimse giremez' diyen bu müstekbirler, bu ifade ile bel’amları değil salih mü'minleri kastetmektedirler. Çünkü tağutu meşru gösteren bel'amlar, tağutun izniyle insanlar ile Allah arasına gir­meye çalışmakta ve sapık fikirlerle insanları Allah'tan uzaklaştırmaktadırlar. Oysaki şanı yüce Rabbimiz bu­nun aksini emretmektedir, ilahi emirlere göre söz konu­su bel’amların susturulması ve insanların salih kimseler vasıtasıyla Allah'a davet edilmesi gerekmektedir. Seçkin insanlar olan peygamberlerin ve bu peygamberlerin yo­lunu izleyen mü'minlerin yaptığı da bu değil midir?

 

Dünya emperyalizmine yön veren ve yürüten müstekbirler, bilerek veya bilmeyerek ilahlaşmaya çalışmaktadırlar. Allah'ın hukukunu iptal etmeye çalışarak insanlara ilahlık taslayan bu müstekbirler, dünya in­sanlarını kendilerine kul etmek istemektedirler. Allah'ın yarattığı ve Allah'ın yaşattığı mülk üzerinde, Allah'ın hükmüne zıd hükümlerle tasarruf sahibi olmak istemek­tedirler. Kendi nefisleri için istemediklerini, alemlerin ya­ratıcısı olan Allah için istemektedirler. Mesela herhangi bir devlet başkanına.,

 

"Sen yine devlet başkanı ol, fakat!.. Ülkendeki in­sanların nasıl idare edileceğine, nasıl yaşayacağına karışmayacaksın. Ülkendeki insanların nasıl yaşayacaklarını belirleyen kanunları çıkarma, bu kanunları onayla­ma ve benimsemediğin kanunları iptal etme yetkin olma­yacak. Savaşa ve barışa sen karar vermeyeceksin. Hoşlandığın ve hoşlanmadığın şeylere müdahale etme­yeceksin. Sen sadece devlet başkanı olacak, ismin du­varlara yazılacak ve bayram törenlerinde halkın arasın­da gözükeceksin.." şeklinde bir teklif götürsek.,

 

"Bu ne biçim devlet başkanlığı" diyerek teklifi red­dedeceklerdir. Oysa ki bu yaratıklar böyle bir devlet başkanlığına razı olmazlarken,  alemlerin yegane ya­ratıcısı olan Allah (c.c.)'ı bu şekilde bir Rab olmaya razı etmek istemektedirler. Allah (c.c.) yegane yaratıcı ve alemlerin Rabbi olarak bilinecek, duvarlara ismi yazıla­cak, dini gün ve dini bayram törenlerinde insanların gündemine girecek, fakat!.. Yarattığı insanların yaşantısına müdahale etmeyecek.   İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşamaları gerektiğine dair son peygamberi Resulullah (s.a.v.) tarafından beyan ettiği hükümler dikkate alınmayacak ve iptal edilecek.   Kendisine  tabi  olan mü'minler cezalandırılırken, kendisine isyan eden kafirler mükafatlandırılacak ve Allah (c.c.) buna da müdahale etmeyecek!..

 

Allah (c.c.)'a inanan bütün dünya insanlarının ku­laklarına, gözlerine, akıllarına, vicdanlarına seslenmek istiyoruz.,

 

"Allah (c.c.) böyle bir Rab mıdir veya böyle bir Rab olmaya razı mıdır?"

 

"Razıdır veya bizim çıkarlarımız için razı olmalı­dır." diyen dünya müstekbirlerine hiç hoşlanmayacakları bir haberimiz vardır.

 

Allah (c.c.) böyle bir Rab olmaya hiçbir zaman razı olmamış ve hiçbir zaman razı olmayacaktır. Yer, gök ve her ikisi arasındakiler O'nundur. O Allah ki, bütün in­sanları ve cinleri sadece kendisine kulluk yapmaları için yaratmıştır. Siz ise şeytana kulluk yapmakta ve sadece Allah'a kulluk yapmaları gereken insanları aldatarak kendi çıkar ve menfaatlerinize kul yapmaktasınız.

 

Bu durumunuzu gören, bu durumunuzu bilen ve gerçek sabır sahibi olan Allah (c.c), lutfu ile şuurlandırdığı mü'minler vasıtasıyla sizlere hitap etmekte ve sapık yollarınızın sonuna gel­diğinizi beyan etmektedir. Şimdiye kadar suskunluğa mahkûm etmeye çalıştığınız İlahi hitap, bundan sonra kulaklarınızda ve dünyanın dört bir tarafında yankıla­nacaktır.

Bunu susturabilir misiniz?

Elbetteki hayır..

 

Allah kelamını gündeme getiren mü'minleri katle­derek bu İlahi kelamı susturabileceklerini zannedenler, bu İlahi kelamın sahibini tanımamaktadırlar. Oysa ki bu İlahi kelamın sahibi Allah (c.c.)'dır. İlahi kelamı sustur­maya çalışanlar, Allah (c.c.)'ı susturmaya çalışanlardır. Elbetteki ve elbetteki buna güçleri yetmeyecektir. Allah(c.c.) dilediği mesajı, dilediği kulları ile dünya insan­larına ulaştıracaktır. İlahi mesajı gündeme getiren bir mü'mini katleden müstekbirler, aynı mesajın yüz mü'minden yükseldiğine şahit olabileceklerdir. İlahi tak­dir gerçekleşecek ve İlahi mesaj kıyametten önce bütün dünya insanlarına ulaşacaktır. Ve siz, siz ey dünya müstekbirleri ve bu  müstekbirlerin zulmünü destekleyen dünya mustazafları.. Artık durun!

 

Şeytani yollardan,  şeytani hükümlerden,   şeytani yaşantılardan vazgeçin.

 

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) bu sapıklıktan vazgeçmenizi, tevbe etmenizi ve Kur'an'ı Kerim'deki İlahi buyruklara teslim olmanızı emretmektedir. Şunu idrak edelim ki bizleri yaratan Allah'ın arzında bulunuyor, Al­lah'ın nimetlerinden faydalanıyor ve Allah'ın lutfu ile yaşıyoruz. İnsanları yaratan ve yaşatan Rabbimiz, biz insanları başıboş bırakmamış ve Resulullah (s.a.v.) ile bizlere nasıl ve ne şekilde yaşamamız gerektiğini bildi­ren İlahi mesajını ulaştırmıştır. Bu İlahi mesajı ilk günkü tazeliği ile bizlere sunan Kur'an'ı Kerim'de nasıl yaşayacağımız ve kimlere karşı nasıl davranacağımız açıklanmaktadır.

 

Allah'a inanan insanlar, inandıkları Allah'ın emir ve nehiylerine teslim olarak 'müslüman' sıfatına sahip olabilirler. Müslüman, Al­lah'ın emirlerine gönülden itaat ederek sadece Allah'a kulluk yapan insandır. Ahirette zarar görmemek için Al­lah'a, dünyada zarar görmemek için firavunlara kulluk yapanlar müşrik durumundadırlar.  Firavunların şeytani hükümlerine isteyerek itaat eden bu kimseler namaz da kılsa, hacca da gitse, cami de yaptırsa müşriktirler. Yaptıkları bu işler, kendilerinden kabul edilmeyecektir. Çünkü Allah'a kulluk, firavunların isteklerine göre şekillenecek ve sınırlandırılacak bir kulluk değildir. Cen­net umudu ile Allah'a, hapis ve ölüm korkusu ile fira­vunlara kulluk yapanlar, Allah'a değil firavunlara kulluk yapmaktadırlar. Bunlar hem dünyada ve hem de ahirette zelil olacaklardır.

 

Dünya hayatında içine düştüğünüz zillet ortadadır fakat bunu görecek gözünüz var mı?Göremiyorsunuz ve göremezsiniz de!..Çünkü siz dünyayı, dünya emperyalizmine uşak­lık eden gazetelerden görmeye ve bu gazetelerden tanımaya çalışıyorsunuz. Hiç görebilir misiniz ve hiç gösterirler mi size dünyanın gerçek çehresini!.. Hiç an­latırlar mı, hiç gösterirler mi size dünyada hüküm süren emperyalizmin gerçek çehresini? Göstermezler, çünkü kendileri aynı emperyalizmin birer uşağıdır­lar. Vazifeleri batıl görüşleri ve batıl yorumları ağız bir­liği yaparak dünya insanlarına sunmaktır.Ağız birliği yapmak!..Bu gerekli mi?

 

Elbetteki gerekli!. Resulullah (s.a.v.) döneminde Veüd b. Muğire'ye yol gösteren şeytan aleyhillane, aynı şeytani yolu zamanımızdaki müstekbirlere de göstermektedir. Bilindiği gibi Velid bin Muğire hac mev­simi yaklaştığı zaman Mekke müşriklerini toplamış ve onlara şöyle demiştir: "Ey Kureyş topluluğu; Hac mevsi­minin vakti gelmiştir. Birçok arap heyetleri size geleceklerdir. Onlar bu arkadaşınızın (Muhammed'in) durumunu da işitmişlerdir.   İşte bunun için onun hakkında bir görüşte toplanınız. İhtilafa düşüp de birbirinizi yalanla­mayınız ve birbirinizin sözünü red etmeyiniz." Buna neden gerek duydular? Çünkü Resulullah    (s.a.v.)'e isnad edecekleri vasıfların birer yalan olacağını kendileri de biliyordu. Herkes kendisine göre bir yalan uydursa, çevre kabile­lerden gelen araplar birbirini tutmayan değişik isnatlarla karşılacaklar ve dolayısıyle söylenenlere inanmayacak­lardı. Söylenen yalanın etkili olabilmesi ve doğru kabul edilmesi için birçok ağızdan aynı yalanın tekrarlanması gerekmektedir. Nitekim değişik tekliflerden sonra Velid b. Muğire'nin teklifi kabul edilir ve çevre kabilelerden Mek­ke'ye gelen araplara, Efendimiz (s.a.v.) hakkında ağız birliği yapılarak şu ifadeler kullanılır: "O, sihir olan bir söz getirdi. Bu sözle kişi ile babasının arasını, kişi ile kardeşinin arasını, kişi ile karısının arasını, kişi ile kabilesinin arasını ayırıyor.   Bundan dolayı ondan uzaklasın."

 

Dikkat edilirse kullandıkları ifadede bazı doğrular vardır. İlahi daveti kabul ettikten sonra kendilerini ısrarla küfre davet eden babasını, kardeşini, karısını ve kabilesini terkeden,   onlardan ayrılan müslümanlar vardır. Mekke'li müşrikler yaşanan olayın sadece bu görüntüsünü almaktalar ve maksatlarına uygun olan bu görüntüyü şeytani bir yorumla empoze etmektedirler. Tıpkı, evet tıpkı, zamanımızdaki uluslararası haber merkezlerinin yaptığı gibi Ne yapar bu haber merkezleri?

 

Dünyanın her tarafındaki adamları vasıtasıyla bütün haberleri toplarlar. Sonra ne yaparlar, bu haberle­ri olduğu gibi dünya kamuoyuna bildirirler mi? Elbetteki değil..

 

Toplanan bu haberler merkezde değerlendirilir. Dünya ihsanlarının uyanışına vesile olabilecek haberler, tehlikeli haberlerdir. Bu tehlikeli haberler basına yansıtılmadan gerekli görülen istihbarat merkezlerine ulaştırılır. Bu tehlikeli haberlerden değişik vesilelerle ha­berdar olan bazı toplumlardan bu haberler saklanamayacağı için, bu haberlerden maksada uygun görüntüler alınarak ve dünya emperyalizminin menfaatine göre yo­rumlanarak bu toplumlara sunulur.Netice ise malumdur!.

 

Bu toplumlarda yaşayan insanlar değişik gazetelerde aynı haberi ve aynı yorumu okudukları zaman, ağız bir­liği yapan basın organlarının tesirinde kalabilmekte ve meydana gelen olay hakkında dünya emperyalizminin istediği şekilde düşünmektedir.

 

İşte bunun için göremezsiniz ve göremiyorsunuz içinde bulunduğunuz zilleti. Mesela bir haber okuyorsu­nuz.,

 

"Yaşadıkları ülkede bulunan devleti yıkmaya çalı­şan aşırı dinciler idama mahkûm oldu."

'Müslümanız' demenize rağmen, bu müslümanların idam kararına hiçbir tepkiniz yok değil mi?

Hem neden tepkiniz olsun ki? Size verilen haberle­re göre bu kimseler devleti yıkmaya çalışan aşırı dincilermiş!

 

Hâlbuki sizler, Allah'a savaş açan bu küfür devletlerini destekleyen mülayim dincilersiniz. Şeytani propa­gandalar ile öyle mülayimleşmiş, öyle sulandırılmış­sınız ki, Allah'ın düşmanlarını dost, dostlarını düşman görebiliyorsunuz.

 

Oysaki kendilerine aşırı dinci denilen bu kimseler, tevhid ve şirkin farkına varan birer müslüman. İdamı gerektiren gerçek suçları ise Allah'a kul olmak ve içinde bulundukları toplumu sadece Allah'a kulluğa davet et­mek. İşte cahili sistemlerin affetmediği ve cezalandırmak istediği suç bu!.

 

Size bu haber "Allah'a kulluk yapan ve içinde bu­lundukları toplumu Allah'a kulluğa davet eden bazı müslümanlar, hükümet tarafından idama mahkum oldu' şeklinde verilseydi, biraz uyanırdınız değil mi?Fakat beklemeyin!..Bu gibi basın organlarından, bu gibi haberler hiç beklemeyin. Çünkü görevleri uyandırmak değil uyut­maktır. Firavunları Musa, Musaları Firavun gibi tanıt­maktır. Dolayısıyla bunları dinlediğiniz sürece uyanma­yacak ve uyandırılmayacaksınız.

 

Ve siz bilmeyeceksiniz,

 

ve siz görmeyeceksiniz içinde bulunduğunuz zilleti.

 

'Ekmek pahalandı' diyerek yine fırıncılara kıza­caksınız. Bankadan kredi alarak depolarını buğdayla dolduran un fabrikatörünü, sanayici ve iş adamını görmeyeceksiniz.

 

Bilmeyeceksiniz, banka kredisi ile meydana getiri­len mamullerin maliyeti tesbit edilirken, maliyete banka faizinin de ilave edileceğini. Anlamayacaksınız, o mamulü alırken, bankaya verilen faizin sizin cebinizden çıktığını Siz sadece pahalılıktan şikâyet edeceksiniz.

 

Değişik partileri ve bu partileri destekleyen insan­ları suçlayacaksınız. Televizyon banka reklâmlarını iz­lerken spikerin: "Sizin güveninizle bu güce eriştik" şek­lindeki dosdoğru ifadesini esneyerek dinleyeceksiniz.

 

Lütfen uyanın,

 

uyanın ey dünya mustazafları..

 

Müstekbirierin sömürüsü, sizin desteğiniz ite yürümektedir. Allah (c.c.) dünya müstekbirlerini ve siz dünya mustazaflarını kendisine itaate, kendisine kulluğa davet etmektedir. Bu İlahi davete icabet edenler elbette­ki ve elbetteki kurtuluş bulacaklardır. İlahi davete icabet edenler ebedi cennet hayatı ile müjdelenmektedir.

 

Allah'ın ayetleriyle Allah'a davet edilmelerine rağmen Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar ve inkar edenler ise Rabbimizin sünneti olan dünyevi helak ve ebedi ce­hennem azabı ile tehdit edilmektedirler.

 

Bu konuda muhayyersiniz, istediğiniz gibi karar verebilirsiniz. Sizleri yaratan ve sizlere akıl veren Allah (c.c), sizleri iki yol ve iki ter­cihle karşı karşıya getirmektedir. 'Allah'a inandık' diye­rek kurtulamayacaksınız, inandığınız Allah sizleri ilahi buyruğuna davet etmektedir. Müslüman ancak ve an­cak bu ilahi davete teslim olan ve bu davetin gereğini yaşayan insandır. Sizleri gerçek Müslümanlığa, Allah'a kulluğa davet etmekteyiz. Sizlere karşı elimizde silah değil, Kur'an'ı Kerim bulunmaktadır. Sizleri biz değil Al­lah (c.c.) tehdit etmektedir. Çünkü sizleri kendi kişisel görüşlerimize değil,

Allah'ın ayetleri ile Allah'a kulluğa davet etmekteyiz.

 

Sizlerden önce birçok ülke halkları bu İlahi buyruklara davet edilmişler ve davete icabet edenler felah bulurken, daveti reddeden ülkeler topluca helak edil­mişlerdir.

 

Şimdi sizler de aynı davet ve benzer akıbetler­le karşı karşıyasınız.

 

Allah'ın ayetlerini alaya alır, yalanlar veya inkar edersiniz şunu biliniz,

iyi biliniz,

kesinlikle biliniz ki sizler de helak olacaksınız.

 

Çünkü şanı yüce Rabbimîz Kur'an'ı Kerim'de, Al­lah'ın ayetlerini inkar eden kavimleri, toplumları, ülkeleri helak edeceğini buyurmakta ve o ülke aleyhine tecelli eden bu hükmün, kesin ve değişmeyen sünneti olduğu­nu beyan etmektedir.,

 

Artık onlar, öncekilere uygulanan sünnetten başka bir şey mi bekliyorlar? Sen, Allah'ın sünnetin­de kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın.35-Fatır 43

 

Nitekim İlahi tebliğe muhatap olan her kavim veya her toplum bu Sünnetullah ile uyarılmış ve bu Sünnetullah ile tehdit edilmiştir. Yüce kitabımız Kur'an'ı Kerim'de bu Sünnetullah açıklanmakta ve bu Sü'inetullah'ın te­cellisine ilişkin birçok örnekler verilmektedir. Bu İlahi hükümlerle uyarılan toplumlara: "Sana indirilen Allah’ın hükmüdür ve siz bu hükme karşı çıkıyor ve bu hükmü ya anlıyorsunuz. Oysa ki size bu konudaki Sünnetullah bildirilmiş ve Sünnetullah'ın değişmeyeceği beyan edil­miştir. Şimdi siz bu Sunnetullah'ın değişeceğini veya si­zin taşınıza gelmeyeceğini mi sanıyorsunuz?" denilmek­tedir.

 

Tahrif edilmemiş tarihe ibretle bakıldığı zaman bu Sünnetullah'ın tecellisine ait birçok örnekler görüle­cektir. Bugünkü Lut gölü, Lut kavminin dehşetli akıbeti­ni hatırlatmaktadır. Firavun, Allah'ın ayetlerini yalan­ladığı ve Allah'ın hükümlerine karşı çıktığı için Sünnetullah gereği Kızıldeniz'de helak edilmiştir. Günümüz­deki dünya müstekbirleri ve bu müstekbirlerin zulmünü destekleyen dünya mustazafları da aynı davet ve aynı tehdit ile karşı karşıyadır.,

 

Andolsun ki Firavun hanedanına da uyanlar geldi. Onlar bizim ayetlerimizin hepsini yalanladılar. Biz de onları kuvvetli ve kudretli bir yakalayışla yakaladık.

 

Sizin kâfirleriniz onlardan daha hayırlı mıdır? Yoksa sizin için kitaplarda bir beraat mi var? Yoksa onlar: "Biz birbirleriyle yardımlaşıp öcünü alan bir toplumuz" mu diyorlar? 54-Kamer 41..44

Şanı yüce Rabbimiz bu soruyu çok açık bir şekilde sormaktadır, ilahi hükümleri yalanlayarak, bu hüküm­lere karşı çıkarak Firavun'un yolunu izleyen günümüz müstekbirleri, Firavun'dan ve helak edilen o kafirlerden daha mı hayırlıdır?

 

Ne fark vardır aralarında?

 

Hama celladı Hafız Esad ve yandaşları, mü'minleri ateşe atarak kendileri ateş ehli olan ashab-ı uhdud değil midir?

 

Kabe'ye tahakküm eden Suud hanedanının, dar'ün nedve eşrafından ne farkı vardır?

 

Reagan, Gorbaçov, Saddam, Mübarek ve bunların halefleri birer Firavun değil midir?

 

Firavunların küfrü.

firavunların isyanı,

 

firavunların azgınlığı,

 

firavunların zulmü bunlarda yok mudur?

 

Yoksa bu kafirler için kitaplarda bir beraat mi var?

 

Allah'ın arzında Allah'a isyan edecekler; Allah'ın kulu olan insanları kendi çıkar ve menfaatleri doğrultu­sunda kendilerine kul yapacaklar; şeytani hüküm ve görüşlerle, yeryüzünde fitne ve fesadı yaygınlaştıra­caklar; ezdikleri ve sömürdükleri insanları açlığa ve yoksulluğa mahkum edecekler; İçki, kumar, zina ve her türlü rezaleti meşrulaştıracaklar; 'Rabbimiz Allah' diye­rek insanları Allah'a kulluk yapan ve 'Rabbiniz Allah' di­yerek insanları Allah'a kulluğa davet eden mü'minleri ce­zalandıracaklar; Alah'ın ayetleri ile Allah'a kulluğa davet edilmelerine rağmen dünyevi çıkar ve menfaatleri için bu İlahi daveti inkar edecekler; Resulullah (s.a.v.)'in sünnetine tabi olan dünya müslümanları tarafından Sünnetullah ile uyarılıp tehdit edilmelerine karşılık: "Bu eskilerin masallarıdır diyecekler ve aynı küfürlerinde ısrar edecekler..

 

Ve bunlara,

 

bütün bunlara rağmen bu isyankarlar beraat mi edecek?

 

Bu kafirler için kitaplarda bir beraat mi var?

 

Bahçelerinde besledikleri din görevlilerine, papaz­lara, hahamlara sorsunlar; Allah'ın emirlerine isyan eden kâfirler için İlahi kitaplarda bir beraat var mı?

 

Yoksa onlar: "Biz birbiriyle yardımlaşıp öcünü alan bir toplumuz" mu diyorlar?

 

Allah'ın emrine, Allah'ın azabına ve Sünnetullah'a karşı birbirlerine mi güveniyorlar?

 

Hemen birleşsinler..

 

Nato ve Varşova paktının gizli ilişkisini açığa vur­sunlar. Uluslararası şirketlerden maddi destek, al­dattıkları ve sömürdükleri ülkelerden asker toplasınlar Füzelerini, tanklarını, savaş uçaklarını, savaş gemileri­ni, atom bombalarını sıra sıra, bölük bölük hazırlasınlar..

 

Sonra, 

 

sonra da Kremlin veya Beyaz Saray'ın balkonuna çıkarak yıldızlara ve muhteşem kainata baksınlar. Kime karşı savaş açtıklarını anlamaya çalışsınlar ve ona göre bir savaş stratejisi düşünsünler!..

 

Böyle bir isyana, komik ve trajedik bir savaşa kalkıştıkları zaman basit insanlar olarak gördükleri biz gariplerin fikrini ve görüşünü soracak olurlarsa, bu sapık ve şaşkınlara: "Açık küfrünüz ve bu isyankarlı­ğınız ile sizleri helak olmuş görüyoruz" deriz. Nitekim geçmiş müstekbirler ve bu müstekbirleri destekleyen mustazaflar, Allah'ın ayetleriyle Allah'a kulluğa davet edilmelerine rağmen Allah'ın ayetlerini yalanladıkları için değişmeyen Sünnetullah ile helak edilmişler ve ebedi azap ile karşı karşıya gelmişlerdir.

 

Küfürlerinde ısrar eden dünya müstekbirleri ve bu müstekbirlerin zulmünü destekleyen dünya muztazafları bütün güçlerini bir araya getirseler, bu akibetten kurtulamayacaklardır. Çünkü tehdit edildikleri sünnet, her şeye gücü yeten Allah (c.c.)'ın sünnetidir. Bu sünneti ne iptal etmeye, ne değiştirmeye ve ne de ertelemeye güçleri yetecektir.

 

Dünya müslümanlan idrak ve iman etmelidir ki, bu Sünnetullah kıyamete kadar yürürlükte olacak

 

ve kıyamet bu Sünnetullah'ın bir tecellisi olarak kopa­caktır. Dünya müslümanlarına düşen görev, ne oturup kıyameti beklemek ve ne de gayri Islami yollar ile içinde bulundukları devleti ele geçirmeye çalışmaktır. Durmak bilmeden ilerleyen zaman, dünya insanlarını korkunç bir akıbete yaklaştırmaktadır. Bu akibet mücerret olan devletleri değil, müşahhas olan insanları tehdit etmektedir. Ebedi azaba kurumlar veya makamlar değil, bu makam­larda oturan insanlar duçar olacaklardır. Bu nedenle öncelikle insanların kurtarılması ve kurtuluşa çağrılması gerekmektedir.

 

Dünyanın süper ve gayrisüper devletlerinde yaşa­yan tüm insanlar için, İlahi bir uyarı ile yeni bir dönem başlayacaktır.

 

Uzun yıllardır böyle gelmekte olan sömürü, böyle gelmekte olan zulüm, böyle devam etmeyecektir.

 

Saat yaklaşmıştır.

 

Bu İlahi davet ve Sünnetullah ile uyarı dünya gündemine geldiği zaman, bütün dünya insanları bu Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine gireceklerdir. Bu İlahi buyruğun mübelliğleri Allah'a kul olmuş ve sadece Allah'tan korkan dünya müslümanlarıdır. Bu kutlu müslümanların elinde, dilinde, kalbinde ve yaşantılarında yüce bir Kitap, Kur’an'ı Kerim bulunmak­tadır.

 

Bu hak Kitap,bu İlahi mesaj dünya insanlarının ya kurtuluşlarına veya helaklarına sebep olacaktır. Çeşitli cezai müeyyi­deler ile bu müslümanlan korkutmaya çalışan dünya müstekbirlerinin bilmesi gerekir ki, dünyadaki Hizbullahi müslümanlar kendileri gibi bir mahluk olan insanlardan ve onların şeytani hükümlerinden değil, yegane yaratıcı olan Allah (c.c.)'dan korkamaktadırlar.

 

Allah'a inanan,

 

Allah'ı severek ve Allah'a kul olmaya sevinerek sa­dece O'na yönelen ve O'na teslim olan bu kutlu müslü­manlar, yakinen inandıkları Allah'ın rızasına erişebilmek için tağutu ve tağuti görüşleri inkâr etmektedirler. Bu iz­zetli tavırları ile inandığımız Allah'a ve Allah'ın Kitab'ına göre suçlu değildirler. Şeytana, şeytanın dostlarına ve şeytani hükümlere göre suçlu kabul edilmeleri ise bu müslümanların Rabbani tavırlarını değiştirmemiş ve Al­lah'ın lutfuyla hiçbir zaman değiştirmeyecektir.

 

Böylesi kardeşlerimiz olduğu ve bizleri de böylesi müslümanlar kardeş yaptığı için şanı yüce Rabbimize hamd ediyoruz. Elbetteki yaşamaya ve yansıtmaya çalış­tığımız hak mesaj bu kitap çerçevesinde kalmayacak ve belki de her hücremizle talip olduğumuz şehadet ile belirginleşerek kendilerine gıpta ettiğimiz Hizbullahi kar­deşlerimizin gür sedaları ile dünya müstekbirlerine ve müstezatlarına ulaşacaktır.

 

Bu bilinç,bu umud ve bu arzu ile ayağa kalkarak, dünya müstekbirlerini ve bu müstekbirlerin zulmüne iştirak eden dünya müstezatlarını Allah'a kulluğa ve ebedi kurtuluşa davet ediyoruz.

 

Dünya insanlarından istediklerimiz mal, makam, para veya herhangi bir menfaat değil, sadece Allah'a kul olmaları ve bu şerefli kulluk ile kurtuluş bulmalarıdır.

 

Sadece bunu istiyor ve bu istek ile yürekten dua ediyoruz.

 

Selam, hidayete tabi olanlar üzerinedir.’’

 

Kitap tanıtımımız biraz kitap özeti gibi oldu, umarım sıkılmadınız. Kitap güncel konuları içerdiği için, yazarın anlatımlarına fazla müdehalede bulunmadım. Sizlere hayırlı okumalar diliyorum.

Etiketler : #Kitap   #tanıtımı:   #Rabbani   #Yol   #ve   #Sünnetullah   
YORUMLAR
  • ADEMOĞLU   06-05-2009 22:08

    Sevgili hikmet bey çabalarınız için Rabbim sizden razı olsun. Emek ve çalışmalarınızın karşılğını Rabbim misliyle verir inşallah. Güzel ve anlamlı yazınız okuyunça anladık ki sünettullaha göre yaşamıyoruz bu konuda samimi çaba gayretlerimiz yok ve ne açıdırki tüm gayret ve çabalar dünyavi yani dünyavi çıkar ve nefsi menfatlerimiz üzerine yaşıyoruz. yapa geldiğimiz kılişeşmiş namaz oruç larla yaşamaya ve cenneti kazanmaya çalışan ahmaklar sınıfında kalmaya ve onlarla devam etme gayreti içierisinde kaldığımız her saat bizlei dönüşü olayan cehennem cukurlarının farkına böylesi yazı ,uyarı ve ikazları duyduğumuzda ve okuduğumuzda anlıyoruz slkinmeye çalışıyoruz ama dünya metasının pislikleini öylesine her alanımıza doldurmuşuz ki onlardan sıyrılmak bayya zaman alaçak buda kayıpmı kazançmı olduğunu ançak samimi gayretlerimiz sonunda anlayaçağız. Herzan ve har yerde uyarıçıların uyarrılarına dikkate almayan ve alamayanlar ki bunlar toplulukar veya fertler olsun farketmiyorsa kendilerine ve kendimizedir. Rabbim uyan ve uyarıları muhatap alıp uyananlardan olma gayreti ve çabasını gösterenlerden eylesin. amin. Allah razı olsun.

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN