Bilinmelidir ki, Allah’tan ve Kur’an’dan soyutlanan her hayat alanında mutlaka başka bir ilah taslağı ortaya çıkacak ve o boşluğu dolduracaktır. Çünkü hayatın bütün alanları, bir takım değer, ölçü ve kurallara göre düzenlenmek zorundadır. Bu hayat alanlarında kimin kuralları, ölçüleri, değerleri belirleyici kılınıyorsa o ilah edinilmiş ve ona kulluk/itaat edilmiş olur. Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, Allah’ın zikrinden, Kur’an’ından yüz çevirenlere, hevalarını, arzularını belirleyici kılanlara, bir şeytan musallat edilecek ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedeceklerdir. (Zuhruf, 43/36-37). Ve bu sebeple de, Kur’an’da bunlara “arzda fesad çıkarmayın” dendiğinde, onların kendilerinin “ıslah ediciler olduklarını” iddia edecekleri, ancak “asıl fesatçıların bunlar oluğu, ancak bunun şuurunda olmadıkları” bildirilmektedir. (Bakara, 2/11-12).
İşte ülkemize, bölgemize ve tüm dünyaya egemen hale gelen, küreselleşen fesad, sömürü ve zulüm; bu tür Rabbini unuttuğu ve O’nun zikrinden yüz çevirdiği için kendine ve Rabbine yabancılaşarak şeytanı dost edinmiş, şeytana ibadet eden azgın müfsid insanların ve onların heva ürünü ideoloji ve seküler modellerinin ortaya çıkardığı sonuçtur. İşte bu büyük sapma, zulüm ve sömürüye, bu derin ve yaygın adaletsizliğe karşı geniş mustaz’af kitleler dünyanın her yanında, daha adil ve daha özgürlükçü yeni bir dünya talebiyle isyan bayrağını açarak ayaklanmakta, egemen yerel ve küresel sistemleri değişime zorlamaktadırlar. Ancak vahiy ve fıtrat buluşmadığı sürece, insanlar sadece fıtrî bir eğilimle aradıkları adalet sistemine asla ulaşamayacaklar/ulaşamıyorlar. Çünkü fıtrat, bütüncül ve sahici bir adalet sistemine ulaşmak için vahyin yol göstericiliğine, rehberliğine muhtaçtır. İşte vahyin mesajından haberdar olan Müslim/mü’min kadrolara düşen büyük sorumluluk, yolunu şaşırmış arayış içindeki insanlığın bile kurtulmaya çalıştıkları seküler ideoloji ve modellerin peşine takılmak yerine; onların da, muhtaç oldukları vahye dayalı adalet sistemine ulaşmaları için güzel örnek ve model olmak, rehberlik yapmaktır. Bu model oluşturma sorumluluğu, ancak Allah’a teslimiyetle, Kur’an’ın belirlediği şartlarda müslim/mü’min olmak ve insanlara vahyin şahidliğini yapmakla yerine getirilebilecektir.
İMAN VE AMEL BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE TUTARLI MÜ’MİNLER OLMAK, VAHYİN ŞAHİDLERİ OLMAKTIR
Hac Suresi 77 ve 78. âyetlerde, “Ey iman edenler!” diye başlayan ve mü’minliğin gereğini yerine getirmenin, imanın ispatı anlamında Allah’a teslimiyetin yani müslim olmanın şartları sıralanmıştır. Müslim adını almanın ve mü’min olmanın en temel gereklerinden birinin de Rasûlün (s) insanlara güzel örneklik ve şahidlik yapması gibi, mü’minlerin/müslimlerin de diğer insanlara “vahyin şahidliğini” yapmaları ve güzel örneklik teşkil ederek vahyin mesajını yaymaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Rasûlullah (s), Kur’an’ı nasıl anlamış ve nasıl yaşamış, bize nasıl örneklemiş ve Kur’an ahlakını kuşanarak vahyin şahidliğini nasıl yapmışsa, bizim de bu güzel örnekliği, Nebevî şahidliği esas alarak çağımızın insanlarına (en yakın çevremizden başlayarak) vahyin şahidliğini, güzel örnekliğini yapmamız, Müslim olmamızın en temel gereği olarak vurgulanıyor. Yani en yakınımızdan başlayarak Hakk’ın mesajını tavsiye ve tebliğ edeceğimiz insanlara öncelikle Kur’an ahlâkını yansıtan hayatımız ve davranışlarımızla güzel örneklik oluşturarak hâl ile tebliğ yapmamız gerektiği bildirilmektedir. Kısaca vahye şahidlik demek; bilgi sahibi olup onu sözle yaymakla yetinmeyip öncelikle bilginin ahlâkını kuşanarak hâl ile tebliğ yapmak demektir. Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanıp İslam’a uygun davranışlarda bulunarak güzel örnek olmaktır.
Şüphesiz ki, en tesirli tebliğ de vahyin şahidliğini yapan örnek bir hayatla ve güzel bir ahlâkla yapılan hâl ile tebliğdir. Tabii ki, ancak hâl ile tebliğ yapanların kâl/söz ile tebliğleri de muhataplar üzerinde daha tesirli olabilecektir. Rabbimiz, Bakara Suresi 44. âyette “Kitabı okudukları halde, başkalarına iyiliği tavsiye ederken kendilerini unutanları, sözle ifade ettikleri Hakk mesajı kendileri yaşamayanları”kınamaktadır. Saf Suresi 2 ve 3. âyetlerde ise, Rabbimiz mü’minlere bir uyarı yaparak“yapmadıkları şeyi söyleyenleri” suçlamakta ve onların bu hallerini “en sevmediği hâl” olarak nitelemektedir. Rabbimiz, bu tür kişileri iman iddialarını ispata ve tutarlı olmaya çağırmaktadır. Başkalarına söylediği, tebliğ ve tavsiye ettiği Hak mesajı öncelikle kendileri yaşayanlar ise, Allah’ın razı olacağı müslim/mü’min vasfını kazanmakta ve vahyin şahidleri olmakla şereflenmektedirler. Tekraren ifade edecek olursak, ancak tavsiye ettiklerine öncelikle kendileri uyarak vahyin şahidliğini yapan bir hayatı yaşayanların sözle yapacakları tebliğleri muhataplara etki edecektir.
Ancak maalesef yüzyıllar süren yozlaşma sürecinde, “Müslümanım” diyenler Kur’an’ı “mehcur”/”terk edilmiş” bırakarak, Rabbimizin Kur’an’da beyan ettiği Rasûlullah’ın şu şikayetine muhatap hâle gelmişlerdir: “Ya Rabbi, kavmim (ümmetim) bu Kur’an’ı mehcur bıraktılar.” (Furkan, 25/30). Kur’an’ı mehcur bırakmak, Kur’an’ı okumamak değildir, Kur’an’ı anlamamak da değildir. Kur’an’ı mehcur bırakmak; vahyin değerlerini hayata taşımamak, Kur’an’ı okuduğu halde onunla amel etmemektir.Günümüzde İslam dünyası Kur’an’ı mehcur bıraktığı için, ellerinde Allah’ın yüce kitabı bulunan “Müslüman” toplumlar zelil durumdadırlar. Vahyin talimatlarını hayatlarından çıkaran Müslümanlar, paramparça coğrafyalarda, işgal altında, cehalet karanlığında bocalayıp durmakta, küresel güçlerin boyunduruğu altında sömürge ve yarı sömürge hayatı sürdürmeye mahkûm edilmiş vaziyette bir zilleti yaşamaktadırlar. Bu sebeple, ellerinde, evlerinde, kütüphanelerinde, hatta zihinlerinde Kur’an ve vahyin bilgisi olduğu halde, onunla amel etmedikleri, vahye uygun yaşamadıkları için, vahyi bütün hayat alanlarını kuşatacak bir bütünlükte idrak edememiş ve hayata hâkim kılamamış olmaları sebebiyle, “Müslümanım” diyen kitleler, seküler modern paradigmanın çökmüş, çürümüş ve insanlığı da çürütmüş olan ideoloji ve modellerinin peşine takılmış bulunmaktadırlar.
“EY İMAN EDENLER! …İMAN EDİN”
İşte bu tür durumlar sebebiyle, yani “iman” ettiğini ve Müslüman” olduğunu iddia ettiği halde, vahiyden kopuk bir hayat yaşayanlara hitaben Rabbimiz Kur’an’da “Siz ey iman edenler! …İman edin” (Nisa, 4/136) buyurmaktadır. Bu ayetin öncesindeki Nisa Suresi 131 ilâ 135. âyetlerde, önce “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de ‘Allah’a karşı gelmekten sakının’ diye tavsiye ettik.” denilmektedir. Aynı âyetlerde “Göklerdeki ve yerdeki her şeyin Allah’ın olduğu” vurgusu üç defa tekrarlandıktan sonra Müslüman ya da mü’min olduğunu iddia edenler, bütün varlık âleminin de kendilerinin de sahipleri olan Allah’ın emirlerine uymaya davet edilmektedirler. Ayrıca, “Kim dünya mükâfatını isterse bilsin ki dünyanın da, ahiretin de mükâfatı Allah katındadır.” hatırlatmasıyla da, hevayı esas alan dünyevileşme sapmasından korunup dünya hayatının ahiret eksenli olarak Allah’ın hükümlerine uygun biçimde yaşanması gerektiği vurgulanmaktadır. İman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya, takvayı kuşanarak Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle hareket etmeye ve “Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutmaya” ve “Adaleti yerine getirmede heva ve hevese değil; vahye uymaya” çağrılmaktadırlar.
İşte Nisa Suresi 135. âyette, hayatınızda İslâm’ı öyle güzel yaşayın ki, hayatı vahye uygun biçimde inşa ederek öyle bir adâlet örnekleyin ki, öyle âdil bir Müslümanlık sergileyin ki varlığınız ve yaşantınız Allah’a, Allah’ın varlığına şahit olsun” denilmektedir. Evet “Ey iman edenler!”, Kur’an’ı rehber edinerek öyle bir hayat yaşayın ki, sizi görenler Allah’ı hatırlasın.
Bu çağrı şunları ihtiva etmektedir: Kendiniz Allah için şâhidlik yaparak âdil davrandığınız gibi toplumunuzda da tüm zulümlerin kökünü kazıyıp adâleti ikâme edin. Adâletle hakkı ve haklıyı ayakta tutun. Vahyin vazettiği âdâlet ölçülerine tâbi olmaktan vazgeçip hevâ ve heveslerinize uymayın. Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isabetli karar verir. Vahyin yol göstermesi olmadan aklın kendi başına sahih ve bütüncül bir adaleti üretmesi mümkün olamaz. Vahyin rehberliğinden yoksun akıl heva ve hevese uymaktan kurtulamaz. Bu sebeple Rabbimiz, Kur’an’da yer alan,“Rabbinin kelimesi (Kur’an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır…” (En’am, 6/115), “Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler…” (Hadid, 57/25), hükümlerini inzal etmiş ve “kendi emrinden bir şeriat indirdiğini ve buna uyulmasını, bilmeyenlerin hevasına uyulmamasını” emretmiştir. (Casiye, 45/18). Görüldüğü üzere, insanın önünde iki yol olduğu anlaşılıyor, ya adalet ölçülerini de içeren “Allah’ın emrinden oluşan şeriatı (vahiy)” ya da “bilmeyenlerin hevası”. Vahye tâbi olmayan her kişi bilmelidir ki hevaya uymaktadır. Vahye uygun bir hayatın yaşandığı yerde adalet ve barış olacak, vahyin yol göstericiliğinden uzak olan akla ve heva ile zanna uyulan yerde ise adaletsizlik, kaos ve çatışma kaçınılmaz hale gelecektir.“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” (En’am, 6/116).
İman iddiasına rağmen bu imanın ispatı olarak vahyin âdil şahidliğini yerine getirmeyenler, hayatı vahye uygun yaşamayarak iman iddiasına aykırı davrananlar, Nisa 136. âyetteki; “Ey iman edenler iman edin!” emriyle iman iddiasına sadakat göstermeye ve iddiasını ispata çağırılmaktadır. Yani, “imanınızı, tasavvurunuzu, hayatınızı inşa eden ilkeleri gözden geçirin, Kur’an’a arz edin, vahye uygun olup olmadığı konusunda sorgulayıp öz eleştiri yapın ve gerçek anlamıyla iman edin!” denilmek istenmektedir. Haddinizi bilin de Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman edin. Tüm hayatınızda nihaî anlamda tek söz sahibi olarak, hayatınızda egemen tek varlık olarak Allah’a iman edin. İnzal ettiği vahiyle hayatınızı düzenlemek üzere Allah’a iman edin. Sizi yaratan, size hayat veren ve şu anda sahip olduğunuz her şeyi size bahşeden ama vadeniz dolduğunda size verdiği bu hayatı geri alıp verdiklerinin tümünden ve inzal ettiği Kitaptan sizi hesaba çekecek zât olarak Allah’a iman edin. Aynı zamanda O’nun Rasûlüne de iman edin. İmanlarınızın tam olabilmesi için o elçiye de iman edin ve onun güzel örnekliğini esas alıp mücadele sünnetini, yolunu tâkip edin. Çünkü o Rasûl kendisi de Allah’a iman ediyor. Allah’a ve Allah’ın kelimelerine, Allah’ın âyetlerine iman ediyor ve iman ettiği vahyin şahidliğini yapıyordu. İşte böyle bir imandan kaynaklanan bir hayatı yaşamaktan yana olun. Düşünceleriniz, amelleriniz, söylem ve eylemleriniz, sevgi ve küsmeleriniz, zevkleriniz, ahlâkınız, hayat tarzınız, dostluk ve düşmanlık anlayışlarınız, hükümleriniz, kararlarınız, hukuklarınız, eğitimleriniz, sosyal ve siyasal yapılanmalarınız, tüm hayatınız bu imanınızdan kaynaklansın.
İşte toplumlarımızda, adâlet, huzur, barış ve izzet hâkim olsun istiyorsak, Allah’ın razı olacağı müslimler olmayı hedefliyorsak, bu sonuç, ancak Allah’a, Rasûllerine ve onlara gönderilen kitaplara imanla ve bu imanı ispat eden bir hayatı inşa etmekle, Allah’ı hatırlatan hayatları çoğaltmakla mümkün hâle gelebilecektir. Çünkü insanlar ancak Allah’a, Allah’ın Rasûllerine ve onlara indirilen Allah’ın kitaplarına iman ve teslimiyetle, vahiy rehberliğinde bir hayatı inşa edip yaşayan Kur’an’lar hâline gelerek, hevâ ve heveslerine mahkûm bir hayatı yaşamaktan kurtulabileceklerdir. Allah’tan ve Allah’ın gönderdiği hayat programı kitaplarından habersiz yaşayan insanların hevâ ve heveslerinden kurtulup âdil davranmaları asla mümkün değildir. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adaletin olması mümkün değildir. Zaten onların Allah’ın hidayetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, vahyi bırakıp kendi hevalarına uymalarıdır. (En’âm, 6/150; Kehf, 18/28).
Rabbimiz Kur’an’da, Rasûlullah’ı (s) ve onun şahsında müslümanları, “…Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden) sonra onların hevasına uyarsan, senin için Allah’tan bir veli ve yardımcı yoktur”. (Bakara, 2/120) “Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevasına uyma” (Mâide, 5/48, 49) “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol ve onların hevasına uyma” (Şura, 42/15) şeklinde uyarmaktadır. Rasûlullah (s) buyurmuştur ki: “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan ilahların içinde, kendisine uyulan hevadan (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” (Taberanî) İşte “Ey iman edenler iman edin.” derken, yukarıda izah edildiği gibi Allah için şahitlik ederek adaleti gerçekleştirmeyenlere, hayatı vahye uygun yaşamayanlara, heva ve tağutlara tâbi olanlara iman etmeleri, imanlarına uygun davranmaları emredilmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; “Ey iman edenler, iman ediniz” denirken “adaleti Kur’an ölçüleriyle gerçekleştirme, hayatı vahye uygun inşa etme imanı” istenmektedir. Nisa Suresi 137. âyette bahsedilen istikrarsız ve ikili inanç durumuna düşmeyiniz denilmektir. Başka bir ifade ile imandan sonra yine iman olmalı, imandan sonra inkâr olmamalıdır. İman ettikten sonra hayat içinde de iman korunmalı, salih amellerle beslenmeli ve imana şirk bulaştıracak konumlara sürüklenilmemelidir. Kâl/söz ile iman edildikten sonra hâl/yaşantı ile inkâr durumuna düşülmemelidir. Böylece, iman edenlere, tekrar “iman ediniz” denilmesinin amacı, “imanın gereği olan salih amellerde bulunun, hayatı Allah’a rükû ve secde ettirip ibadet kılarak inancınızı ispat edin, imanınızı pekiştirin, imanınıza şirk bulaştırmayın” hatırlatmasını yapmaktır.
Rabbimiz Saf Suresi 61/10 ve 11. âyetlerde de şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” Görüldüğü üzere 10. âyette “ey iman edenler” şeklinde hitap edildiği halde 11. âyette “Allah’a ve Rasûlüne iman etmek” önerilmektedir. Eğer bunlar Allah’a ve Rasûlüne iman etmemiş idiyse, neden 10. âyette “iman edenler” ifadesine yer verilmiştir? Anlaşılan odur ki, bu ayetlerde de, Nisa Suresi 136. âyette de, birincisinde kâl/sözle iman, ikincisinde hâl/yaşantı ile iman söz konusu olabilir. Birinci imana kalpte oluşan teorik iman, ikinci imana da salih amellerle, ahlâk ve davranışlarla ortaya konan hâl/fiîliyât ile iman, yahut imanın hayata hâkim kılınması, imanın ispatı diyebiliriz. İnsanlar genelde söz/kâl ile iman ettiklerini ya da “Müslüman” olduklarını söyledikleri halde daha sonra hâlleri/yaşantıları ile inkâra sürüklenmektedirler. Zaten çoğunluk inkârcılar, Allah’ı, Rasûlünü ve Rasûle indirilen kitabı inkâr ettiklerini açık biçimde sözle ifade etmezler; tam tersine, dilleriyle iman ettiklerini söylerler. Ancak bu çoğunluk, yaşantılarıyla, vahye uymayan hayatlarıyla, yani hâl ile inkâr ederler.
Böylece “Ey iman edenler! …iman edin” emri, muhatapların tam bir mü’min olmalarını, Allah’ın istediği gibi iman-amel bütünlüğü içinde kâmil iman sahibi olmalarını, inandıklarını hayatlarına hâkim kılarak Allah’ın boyasıyla boyanmalarını ve iman ettikten sonra hiçbir sebep ve dünyevi hesapla imanlarına zulüm/şirk bulaştırmamalarını (En’am, 6/82) emretmiş olmaktadır. En’am 153. âyette de zikredildiği üzere, kişi iman ettikten sonra, hayat içinde hevasına ya da tağutlara da itaat ederek kendisini sırat-ı müstakim olan Hak yoldan ayıracak olan bâtıl yollara sürüklenip şirke düşebilmektedir. Bu sebeple, “Onların çoğu, şirk katmadan Allah’a iman etmezler.” (Yusuf, 12/106) âyetinde beyan edilen çoğunluk insanların yaptığı gibi içine şirk katılan bir iman yerine, Allah’ın razı olacağı tevhidî bir iman ile iman edin denilmektedir.
Bu ayet bize, güncel boyutuyla da şunları söylemektedir:
-“Ey iman iddiasında bulunduktan sonra, ‘Hem Müslümanım hem de laikim’, ‘hem Müslümanım hem de demokratım’, ‘hem Müslümanım hem de sosyalistim’, ‘hem müslümanım hem de kapitalistim’, ‘hem müslümanım hem de ulusçuyum/milliyetçiyim’ diyenler; bu bâtıl anlayış ve uygulamalardan uzaklaşıp sadece Allah’a teslim olun, yalnızca vahye uyarak iman edin ve müslim olun”.
-“Ey ‘din bireyseldir’, ‘paranın/ekonominin dini, imanı olmaz’ ‘İslam laiklik ile bağdaşır.’… misali Hak ile bâtılı karıştıran sapkın anlayış ve uygulamalar ortaya koyanlar, şirk koşmadan tevhidî bir iman ile Allah’a iman edin”.
-“Ey iman iddiasında bulunup ‘Dindarım ve beş vakit namaz kılıyorum’ diyenler içindeki laiklikten de razı olduğunu söyleyen % 67’lik kesim, Kur’an’ın belirlediği anlamda mü’min ve müslim olmadığınızı fark edin ve Allah’a teslim olun, Allah’a, Rasûlüne ve Rasûle indirilmiş Kur’an’a iman edin.”
– “Ey iman iddiasında bulunup Müslüman olduğunu söyledikten sonra, göklerin hâkimiyetini Allah’a, yeryüzünün hâkimiyetini tağutlara verenler! Allah’a, Rasûlüne ve Rasûle indirilen kitaba, Kur’an’a iman edin ve hayatınızın bütününü Allah’ın hâkimiyetine verin”.
Bilinmelidir ki, iman etmenin gereği kayıtsız şartsız Allah’a teslim olmak ve tıpkı İbrahim (as) gibi müslim olmaktır: “Rabbi ona “eslim”/teslim ol! (İslam ol/müslim ol)dediğinde, “Âlemlerin Rabb’ine “eslemtu/teslim oldum (İslam/müslim oldum)” demişti. (Bakara, 2/131).
Bu şekilde teslim olmayanların ve vahye uygun yaşamak suretiyle bütün hayatlarını Allah’a rükû ve secde ettirme çabası göstermeyenlerin iman iddiası boşa çıkacaktır. Bu sebeple Rabbimiz, kullarından iman ettikten sonra, böylesine İbrahimî bir teslimiyetle Allah’a teslim olmuş bir hayatı yaşayarak Müslim olmalarını istemektedir. Müslim olan kullarına ise, Rabbimiz, şöyle hitap eder: “Ey âyetlerimize iman eden ve müslim/müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz de.” (Zuhruf 43/68-69). Bu âyette, Allah’ın ayetlerine iman edip bu kavlî imanlarını hayata geçirerek fiilî imanı gerçekleştirenleri, yâni iman ettiği Allah’ın hükümlerine uygun bir hayatı yaşayarak müslim olanları, Rabbimiz “ey müslim olan kullarım”diyerek sahiplenmekte ve onları müjdelemektedir. Rabbimiz hepimize, İbrahim (as) gibi kendisine teslim olup imanının gereğini yerine getiren ve Rasûlullah’ın (s) şahidliğini örnek alıp Kur’an’ın ahlakını kuşanan mü’min ve müslimlerden olmayı nasip etsin inşaAllah.