MEKKE VE MEDİNE: TUZUN KOKTUĞU MEKANLAR - 3

Ahmed KALKAN

30-08-2012 00:13


Minare Yerine Saat Kulesi, Cami Yerine Gökdelenler, Zemzem Tower’ler Yapılsın  

Hacı amca, çokbilmiş bir edâ ile ahkâm kesiyor: Azizim, daha önce geldiğimde bu yüksek binalar yoktu. Araplar da tekniği öğrenmiş, bakın Avrupa binaları ile yarışacak büyük gökdelenler dikmişler. Hacıların otele ihtiyacı var, başka türlü olmaz. Bazıları kalkmış, bu yüksek binalara, saat kulesine karşı çıkıyor. Geri kalmayı, eski zamanı istiyor. Bunların ne günahı var? Helâl olsun Araplara…
 
Arkalarında bu konuşmaları duyan hoca, lafa karışarak muziplik olsun diye ekliyor: Tabii, Saat kulesinden bir tane de Medine’ye dikmek gerek. Buradaki saat kulesi yüzünden Mekke Medine’den üstün oluyor. Hatta, minareye ne lüzum var, onun yerine her caminin bitişiğine saat kulesi dikmeli. Saat başlarındaki ding-dongları, ezan vakitlerine ayarlamalı, gericiler çan sesi bu, ezan sesi değil dese de aldırmamalı, ilerlemeli. Towerlar/kuleler yoksa, ilerleme de yok, cennet de yok; böyle bilinmeli. “Otellerin tümünü şehir dışına yapın. Yeraltından metro ile ulaşım sağlayın. Her iki dakikada bir, otellerin bulunduğu semtlere metro yollayın. Tekerlekli arabalar yerine sa’y mahalline ve ikinci katta tavaf yapılan yere yürüyen bantlar koyun, hastalar rahatça sa’y ve tavaf etsin. İki riyal alsan, bir ayda masrafı çıkarırsın. Kâbe’nin etrafına, tavaf mahalline Medine mescidinin bahçesindeki gibi şemsiyeler koyun” gibi teklifte bulunan geri kafalıları asmalı. Bize bu nimetleri ikram eden Kralın simgeleri halılarda kalmakla olmaz; alnın tam secdeye değen yerine gelmeli. Halk, bu Batı tarzı ilerlemeyi kendisine yaşatanlara, onların kraliyet armalarına secde de etmeli. Halka, namazdan sonra, tesbih yerine 3’er kere: “Yaşasın kral!” dedirtmeli ve böylece ilerlemeli, ilerlemeli cehenneme doğru…
      
Yüz Bin Cennet Var, Girmek İsteyen Elini Kaldırsın!

Bilindiği gibi, Türklerin önemli bir kısmı Mescid-i Haram’da müezzinliğin altında otururlar. Ne var, ne yok, belki bir tanıdığa rastlarım diye oraya göz atayım derken, ayakta etrafını sarmış kalabalığa hitap eden bir Türk hoca gördüm. Her gün ikindi namazından sonra vaaz eden, kendisine Suudlular tarafından Mescid-i Haram’da konuşma yetkisi verilmiş, Tebliğ cemaatinden Recep Hoca… Herkese cennet dağıtıyor, hem de bir değil, bin değil, yüz bin cennet. İşportacının jilet sattığı tarzda avazı çıktığı kadar bağırıyor: “Kim yüz bin cennet istiyooor?” Kendisi iki elini de kaldırarak (demek ki, iki yüz bin’i istediğini gösteriyor) herkesin ellerini kaldırmasını bekliyor. Eller tümüyle havada. Bombayı patlatıyor. “Kim öğle namazının son sünnetini 4 rekât olarak kılarsa, ona bir değil, bin değil, yüz bin cennet verilecek. Ben hiç kaçırmam, hep 4 kılarım, nasılsa kılamamışsam kazasını mutlaka kılarım. Siz de öyle yaparsanız yüz bin cennet vaaar.” Herkes mutlu, bedava cenneti kazanmış vaziyette. Suud da böyle kimselere konuşma yetkisi veriyor. Cihaddan, devletten, güncel hayatla ilgili dinin hâkimiyetinden bahsedenlere konuşma yetkisi verecek değil ya… Kim okur bu vaaz etme yetkisi olan, cennet pazarlayıcılarına Allah’ın şu âyetlerini:

"(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman (onlara), 'Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' (denildi)." (2/Bakara, 214)

"Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?" (3/Âl-i İmran, 142)

"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'iman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." (29/Ankebut, 2-3)
 
“Yâ Hacî, el-Banyo Nerde?”

Türk olduğu her haliyle belli olan elli yaşlarında bir hacı amca, Mescid-i Haram’ın bahçesinde bana doğru uzaktan sesleniyor: “Yâ hacî, yâ hacî!” Âcil bir şey olduğunu düşündüm ve hemen durdum, hızlı adımlarla yürüyen adamın bana yaklaşmasını bekledim. Adam, benim Arap olduğuma tümüyle kanaat getirerek: “Yâ hacî, banyo nerde?” diye soruyor. Biraz arkasından gelen arkadaşı, soruyu düzeltiyor: “el” de, ‘el-banyo’ de…” Arapaça’yı dillendiremiyorsa bile “el”lendiriyor müthiş Türk zekâsı. Arapça’ya bir de zor derler, kolay efendim, çok kolay: “El” takısını Türkçe kelimelerin başına getir, al sana Arapça… Adam Türkçe cümleyi artık her Arabın anlayacağı şekilde Arapçalaştırmış olduğu inancıyla tekrar ediyor soruyu:  “Yâ hacî, el-banyo nerde?” İçimden takılmak geçiyor: “El-banyo, eline banyo yaptırmak sen, sen istiyor ellerin için banyo…” filan gibi. Nasıl olsa Arab vatandaşıyız ya karşımızdakinin nazarında. Cümleyi devirdin, devrik cümle kurdunmu Arap olduğun kesinleşir. Gariban vatandaş, yorgun; üzmeyeyim diyorum içimden. Alt kattaki tuvaletlerde banyo yapılabildiğini, oraların resmen de banyo yapılacak yerler olarak belirtildiğini söylüyorum. Adam: “Hah şöyle ya, Türkçe konuşan bir Arab’a rastladık” derken sonra aklına geliyor: “Sen Türk müsün?” diye soruyor. Çarşıda pazarda, satıcılar bakmışlar Türkler hiç yabancı dil bilmiyor, başka türlü bunlara mal satamayız, bari biz Türkçe öğrenelim, demişler. Bulunduğu yere doğru yaklaşan kimsenin Türk olduğunu yirmi metre uzaktan tespit eden esnaf bağırıyor: “Beş riyal, beş riyal! Gel haci, ucuz, ucuz; beleş, yâ beleeeş!”
 
Kıyamet Alâmeti!

Türk hacı amca, otelinden Mescid-i Haram’a gelirken, nasılsa bir-iki ağaca rastlar. Ağaç ve yeşilliklere sevineceğine, tam tersi bir tepki verir. Tepkisi şöyledir: “Kıyâmet alâmeti kardeşim, Mekke’de ağacın, yeşilliklerin ortaya çıkması, âhir zaman özelliği. Mekke’de tekniğin de katkısıyla ağaçların ve yeşilliklerin oluşması kıyâmetin yakın olduğunu gösteriyor. Kıyâmet alâmeti bu ağaçlar, kıyâmet…”
 
Yeşil alanların şehir topraklarına ve dağlara oranının toplam olarak % 1’i bile bulmadığı Mekke için söyleniyor bu ifadeler. Tembellikten, boş vermişlikten dolayı kurak, yeşilden uzak, bitki bitmeyen topraklar Mekke toprakları. İsrail toprakları da, Arabistan ve Mekke çöllerinin bir benzeri olduğu halde, İsrailoğulları kendi yerleşim yerlerini nasıl yeşertmiş, meyve ağaçları ve değişik bitki ve çimenlerle yemyeşil bir alan yapmış, portakal başta olmak üzere dünya ülkelerine kaç çeşit meyve ihraç eder olmuştur.    
 
Mekke’nin yeşermesi değil; yeşilliğe soğuk bakılması, esas kıyâmet alâmeti kabul edilmeli. Kaosun, nizam ve düzenin bozulmasının, yani tabiattaki kıyâmetin sebebi, alâmeti, olsa olsa bu kafadır, bu zihniyettir.
 
Bu da Daha Önceki Bir Diyalog; Mescid-i Haram’ın Kapıları

Hacı amcanın biri, “memlekete gidince sorarlar, bilemeyince kınarlar” diye Mescid-i Haram’ın kapılarını sayacağından, biliyorsam benim söyleyip de onu yorulmaktan kurtarıp sevaba gireceğimden bahsediyor. İçimden muziplik geçiyor: “Böyle sevap kaçırılır mı, başkasına devredilir mi…” diye başlayan, geleneği kutsayan uzunca bir nutuk atmak geçiyor. Hemen vazgeçiyorum. “Boş ver bunları, sen buraya bunun için gelmedin, kapıların sayısını soranlara, sen cennetin kapılarından bahset. Kapıların sayısı değil, yapacağın tavafların sayısı önemli…” diye anlayacağını umduğum basit dille anlatıyorum. “Ne kadar fayda etti acaba?” diye düşünürken, adam kalkıp demez mi ki: “Hoca efendi, sen bilirsin, okumuş adamsın, gel söyle kaç kapısı var buranın, beni koca caminin çevresinde tur atıp yorulmaktan kurtar, sevaba gir.” Anlaşılan bazı hacı amcaların bilmediği sadece yabancı dil değil, kendi dillerini de bilip anlamıyorlar, kendi dillerini ve kendi dinlerini... Aynı hacı amca, Medine hurma pazarındaki hurma fiyatlarını öğrenme konusunda on numarayı hak ediyor. Öyle ki, hurma çeşitlerinin fiyatlarıyla birlikte Arapça adlarını nasıl ezberlediğine şaşıp kalıyorsunuz. Yarım saat bu konuda konferans verebilir, diğer hediyelik eşyaların da, hangi yerde kaç paraya satıldığı, nasıl pazarlık yapılıp kaç paraya indirilebileceği hakkında kitap bile yazabilir. “Tavaf duaları mı, umrede geçen zamanın kıymeti mi?” “O kadar derine dalma kardeşim, din kolaylık dini…” Aslında kolaylık dediği; tembellik, basitlik, çocukluk… Bu bakış İslâm’ın da insanlığın da bakışı olamaz…
 
Adam Haydi, Diyorum, Kolundan Çekiyorum, Gelmiyor!

Şimdi rahmetli olan bir hanım akrabam anlatıyordu: “Tavaftayız. Kocamın elbisesinden, kolundan, elinden tutuyorum ki, tavaf kalabalığında kaybolmayalım. Bir ara iri-yarı siyah Araplar (Zenciler demek istiyor) grup halinde geldi, sel gibi her tarafı darmadağın ettiler. İyi ki benim adam yanımda. Ben biraz öndeyim. Kocamın kolundan tutuyorum, çekiyorum; adam gelmiyor. Elinden tutuyorum, çekiştiyorum, adam elimi hemen bırakıyor, yine gelmiyor. Arkama dönüp baktım, ne göreyim; elini tuttuğum adam benim adam değilmiş.” Herkes kahkahayı basıyor. “Nasıl olmuştu tavafta?” diye arada sırada sorup anlattırıyor ve gülüşüyorlardı. Bu traji-komik olayda ve bunun gibi nicelerinde kabahat kimin? Esas suçlu kim?
 
Çok mu zor, kadınlar için tavaf saati ayarlamak? Osmanlıların son zamanlarına kadar, kadınlar için tavaf saatleri vardı, o saatlerde erkekler tavaf etmezdi. Yanılmıyorsam bir buçuk saat sabah namazından sonra, birbuçuk saat akşam namazından sonra kadınların tavafına ayrılırdı. Şimdiki gibi kadın-erkek, birbiriyle karışık tavaf etmezdi. Erkek olarak sen dikkat ediyorsun, kadın sana çarpıyor, omzuna elini koymuş, öyle yürüyor. Eyvallah, kalbinde bir kötülük yok. Ama illâ bir kötülük olması mı lâzım bunların yanlış ve günah olması için.
 
Medine’nin o güzelim mescidinin bahçesine o şemsiyeler ne güzel olmuş. Benzer şemsiyelerden tavaf yerine de koy. Hacı ve umreciler, güneşin altında hastalanma pahasına tavaf etmek zorunda olmasın, saat 10’dan 16’ya kadar sıcaktan dolayı tavaftan vazgeçmesin. Ümmetin parasını nereye harcayayım diye karar veremeyen, çarçur eden, yarın yıkılacak yerlere para gömen yöneticilere duyrulur. Yöneticiler benim dediğimi duymaz, duysa da önemsemez mi? O zaman bu veballer katlanarak onların olur.
     
Kurban Rantı 

Kaldığımız (kaldığımız dediysem, hasta olduğumuzda arada bir uğradığımız) otelin karşısında bir Türk Lokantası. Özbekistan’lı biri işletiyor. Türkler onu Türk saymasa da o Türk Lokantası diye yazmış kapısına. Türk olsa bile o da Araplaşmış, yani tersinden okununca paralanmış. Beni hac zamanında hacı getirecek kafile başkanı sanıyor, hemen teklifi basıyor: Hac zamanı kurbanlık koyun ve koçlar gelecek bana, Özbekistan’dan. 80 euro’ya gelecek. 10 eurosu benim, 10 eurosu senin. 100 euro deriz, rahat veririz hacılara… Ben pek oralı olmayınca, 15 euro olsun senin hakkın” diye para ile beni iknâ etmeye çalışıyor. Tam anlamış değilim, kurbanda kime satacağız bu kurbanlıkları? O anlatıyor, ben derin düşünceye dalıyorum. Paradan, ranttan başka mesele yok mu, diye… Kurbanlıkları bilmem, ama hacılar kurbanlık koyun yerine konuluyor, onu iyi anladım. Daha buna benzer ne rantlar dönüyor… 
 
Ramazan İftarı ve Umrenin Yasaklanması

Geçen sene veriyorlarmış, bu sene kaldırmışlar Mescid-i Haram’da sahur yemeğini. Mescid-i Haram’ın bahçesinde verdikleri yemeği de kuru yiyeceklere çevirmişler. Mescidde verdikleri, birkaç hurma, ekmek, bir küçük kâse yoğurt ve zemzem. Seneye onları da kaldıracaklarmış, Mescid’in temizliği zor oluyormuş. Seneye umreyi de kaldıracaklarmış, herkes öyle söylüyor. Osmanlı’dan kalma revakları yıkmak ve Mescid-i Haram’da bazı düzenlemeler yapıp yeni yapılan ek binayı açmak için. Eh, babalarının çiftliği, istedikleri zaman açarlar, istedikleri zaman umreyi iptal ederler. Oranın hâkimi olarak görmüyorlar mı kendilerini? Ve işin en acısı, dünyada mü’minlerin ibâdetini savunacak, mü’minlerin ibâdet hakkını Suudluların keyfine bırakmayacak hangi ülke var ki…   
 
Irkçılık Hâlâ Yaşıyor!

Suud ırkçılığı, tepeden bakma, ötekileştirme, müstağnî ve müstekbir tip, şımarık karakter hâlâ câhiliyye döneminin bir benzeri. Zenciler horlanıyor, adam yerine konulmuyor, haksız yere bağırılıp kızılıyor. Oteller hep kaçak işçi çalıştırıyor. Aylık olarak 400-450 dolar para veriyorlar. Köle gibi çalıştırılıyorlar. Evlerde resmen değilse de fiilen köle olarak kullanılan erkek ve bayan Filipinli ve uzak doğulu insanlar var. 400 dolara çalıştığını söyleyen otel işçisine “nerelisin?” diye soruyorum. Verdiği cevap şöyle: “Bengladeş, Türk’e kardeş.” Arab’a (veya en doğrusu tüm mü’minlere) kardeş, demiyor, niye?
 
Hırsızlık Var mı? Olmaması lâzım. Ama, yüz binlerce insanın bulunduğu Mescid-i Haram gibi bir mekâna bütün riski göze alıp hırsızlık için gelenlerin bulunması sürpriz olmasa gerek. Sanırım küçük çocukları çalıştıran büyük çeteler var. Bizim arkadaşlardan ikisinin Iphone (ayfon) marka telefonları çalındı. Bir üçüncü çalınırken, son anda ele geçti. Nasıl mı? Anlattıklarına göre, cemaatle namaz kılınırken tam secdeye vardıklarında 13-14 yaşlarında bir çocuk sessizce yaklaşıp şarjdaki telefonu (ç)alıp kaçıyor. Arkadaşın biri bunu görüyor, namazı bozup çocuğun arkasından koşuyor. Namaz kılan adamların sırtından, üstünden atlanılarak kovalamaca epey sürüyor. Yakalanacağını anlayan çocuk telefonu yere atarak koşmaya devam ediyor. Arkadaş da hırsızla telefondan birini tercih edecek; telefonu tercih ediyor. Mümkün ki, henüz büluğa ermemiş yaştaki çocukları kullanıyorlar ki, yetişkin insanın suçu gibi cezalandırılmasınlar. Veya yakalanınca sahipleri çocuk diye affetsin. Telefonu çalınan arkadaşlar kayıp bürosuna haber vermeye, bulunursa, oraya konulursa diye küçük ihtimalleri denemeye çalıştılar. Bir de bakıyorlar ki, Mescid-i Haram’ın kayıp bürosunda çalışan işçilerin, hizmetlilerin elinde hep Iphone. Şöyle diyorlardı: “Vazgeçtik, orada temizlik yapanların bile ellerinde hep bu telefonlar var, nereden buldular bunları, çalıntı ve buluntu telefon olmalı bunlar, kime, neyi soracağız? Biz de vazgeçtik.”

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN