ORTADOĞU VE UMRE HÂTIRALARIM -II-

Ahmed KALKAN

10-08-2011 11:16


Ve o güzel kente, adına şerîf sıfatı eklenen şerefli şehre yaklaşıyoruz. Kudüs, aah Kudüs… Ağlayan ve ağlatan şehir.
 
Kudüs ve mübarek çevresi, yani Filistin toprakları, yeryüzü hâkimiyetinin tarih boyunca bir sembolü gibi kabul edilmiş, Filistin'e (Mescid-i Aksâ'ya) sahip olan ülkeler ve zihniyetler, hem psikolojik moral, hem de siyasal güç yönüyle rakiplerinden öne geçmişlerdir. Onun için, Hz. Ömer'in fethinden 20. yüzyılın ilk yarılarına kadar müslümanların o topraklarda hâkimiyeti, izzetlerinin ve dünya devleti olmalarının bir göstergesi olmuştur. Bu gerçeği tersinden okumak da mümkün: Yeryüzü halifeliği görevini tümüyle ihmal eden, Dünya İslâm Devleti idealini dillendiremeyen, düşleyemeyen, rüyasında bile göremeyen izzetten uzak insanımız, bu konumuyla Kudüs’e hâkim olamaz.
 
İsrail aslında intihar ediyor, İsrail dünya Müslümanlarının ve hatta dünya kamuoyunun izzetiyle oynamanın cezasını bekliyor. İsrail, Kıyâmet Savaşı da denilebilecek 3. Dünya Savaşının pimini çekiyor. Azgınlığın zirvesine alçalan İsrail, mâsum insanları, çocuk, ihtiyar ve kadın demeden öldürmekten, zindanlarında işkence yapmaktan vazgeçmiyor. İsrail’in kısa ve uzun vadede hiçbir kazancı olmayacak. İsrail kesin kaybedecek. Allah bu zulümde bu kadar azgınlaşan bir zihniyeti cezasız bırakmaz. Gönül istiyor ki, bizim elimizle bu gerçekleşsin. Yoksa, her şey Allah’ın askeridir. Üçüncü Dünya Savaşına hazırlanmalıyız. Hakla bâtılın savaşı, imanla küfrün savaşı…  Bu savaşa hazırlıksız yakalanmamalı, dünyevî hesaplarımızı ona göre yapmalıyız. 
 
Ümmet olarak, yüzde birimizden daha az sayıdaki küstah İsrail’e “dur!” diyememenin zilletini yaşıyoruz. Aslında ümmet olamadığımızın cezasını çekiyoruz. Ümmet yok ki, kendi haysiyetiyle oynayanlara hak ettikleri cezalarını versin. Ne İslâm Devleti, ne Halife ve ne de ümmet…
 
Sınırdan Kudüs’e doğru ilerliyoruz. Yollarda dikkatimizi iki şey çekiyor: Asker ve bayrak. Askerliğin erlik, erkeklik demek olduğunu bilirdik. Hem gerçek ve hem mecaz olarak; erkek olmayan askerlerle karşılaşıyoruz. Erlikten uzak devlete bu tür askerler yakışıyor da hani. Kızlı-erkekli askerler yol boyunca boy gösterisi yapıyorlar. Bilmeyenler bilsinler ki, İsrail denilen çete devletinde bayanlar da askerlik yapıyor, her İsrailli halk da asker sayılıyor. Tepelerde, göze batacak bazı önemli yerlerde, dikkat çekecek büyüklükte bayraklar asılmış. Eskiden beri düşünürdüm. 28 Şubat sonrasında mantar biter gibi tepelerde kocaman kocaman bayrak ağaçları bitti, bunları kim dikti, T.C. kimi model kabul etti, diye. Bu merakım şimdi gitti.
 
Kudüs… Tarihî ihtişamı ve mirasıyla, üç dinin kutsal kenti… Şimdi de bu üç dinin mirasının görüntüsü câmileri, havraları ve kiliseleriyle Kudüs… Yahudi geçinen İsrailli çeteleri, onların zulmüne kendileri de mâruz kalan ve böylece müslümanları kendilerine daha yakın kabul eden hıristiyanları ile, azgın siyonistleri ve mustaz’af müslümanlarıyla Kudüs…          Bizim için Kudüs demek, Rasûlün İsra yolculuğu, Hz. Ömer’in fethi ve Selâhaddin Eyyûbî’nin kurtarıcılığı demek. Günümüz açısından ise miras demek, emanet demek. Sessiz çığlık demek, hüzün demek. Sorumluluk demek, vicdan azabı demek.
 
Kanlı el ve ayaklarıyla vahşi siyonist çetelerinin sokaklarını kirlettiği temiz kent.  Mahzun kent, haremine/harîmine nâmahrem eli dokunan, ümmeti yardıma çağıran, sessiz imdat çığlıklarını kalbi körelmemiş ve kulakları mühürlenmemiş her mü’minin duyacağı gazi şehir. Hz. Ömer’in hâtırasına, Selâhaddin’in emanetine, büyük tâğutların  ihânetine, şu anki ümmetin gafletine şâhit yaralı şehir. Fethedinceye kadar, o mahzunken Selahaddin’in, kendisine gülmeyi yasakladığı şehrimiz. Buram buram tarih kokan bu şehrin dili olsa da görüp yaşadıklarını bir anlatsa… Mü’minle münâfığı, mücâhidle korkağı belli eden turnusol kâğıdıdır; boyumuzun ölçüsünü gösteren boy aynamız… Oraya hâkim olan, dünyaya hâkim olur denebilecek ve tarihin de şahitliği istenecek bir simge ve psikososyal moral ve güç kaynağı…
 
Amerikanvari gökdelenlerin olmadığı, tarihî eserlerin modern yapıların gölgesinde kalmadığı, hantal binaların canavar gibi yol kesmelerinin olmadığı, hemen bütün Kudüs mahallelerinden görülebilen, şehre hâkim büyük bir tepede tüm ihtişamıyla gözüken altın kubbe, Kubbetu’s-Sahrâ ve hemen yanında Ömer Camii, yani Mescid-i Aksâ. Suudluların eline geçseydi Kudüs’ün yönetimi, tarihî hâtıra diye eski bir taş bile bırakmazlardı; bid’at diye. Krallığın her şeyiyle bid’at olduğu, günlük hayatı çoğunlukla bid’atlerin, dalâletlerin, Amerikanvari yaşayışın yönlendirdiği görmezden gelinir, ama dine ve örnek kişilere bağlayan İslâm’ın bazı bağlarına hücum edilir ve hayat hakkı tanınmaz/dı. Abdülmelik bin Mervan’ın yaptırdığı sekizgen yapıya ilk planda göz kaysa da, daha mütevâzı olsa bile çok daha câzip esas yapıyı, Aksâ mescidini bulmakta ve orada huzur almakta gönül zorlanmıyor. Yaklaşık Sultanahmet Camii büyüklüğünde sade ve huşû veren bir câmi. Bir Peygamber mescidi, Süleyman (a.s.) mâbedi. Mimarlığını Hz. Süleyman’ın, ustalığını ve işçiliğini cinlerin yaptığı ulu eserin yıkıntıları üzerine inşâ edilmiş ulu eser. Her mescidin Allah için ibâdet yeri olması hasebiyle ve o oranda kıymeti olmasına rağmen, İslâm’da üç mescidin yüceliği bir başkadır. Bu mescidlere özel ziyaret yapmak helâldir; İbrahim ve İsmail Peygamberlerin inşâ ettiği Mescid-i Haram, Hz. Süleyman’ın inşa ettiği Mescid-i Aksâ ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) inşâ ettiği Mescid-i Nebî.
 
Kudüs ve özellikle Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Harem bölgesi, tarihî miras bakımından zenginlik ötesi bir açık hava müzesi. Adım başı tarihî hâtıralar, 2-3 tonluk tek parça mermer ve taşlarla örülmüş, büyük ihtimalle Hz. Süleyman’ın inşâ ettirdiği Mescid-i Aksâ’nın ilk binasının kalıntıları… Alt tafında yahudilerin duvarı. Günlük hayatların ağlamayı değil, ağlatmayı tercih eden, müslümanların anasını ağlatmak için her çeşit zulmü revâ gören siyonist zihniyet, orada oluşturdukları “ağlama duvarı”nda arada bir ağlayarak tüm günahlarından sıyrılmış olacaklar. Ağlama da bir gösteriye, bir seremoniye, bir şova dönüşmüş. Ağlamak için bir duvara ihtiyaç hissedilmiş. “Duvar” denilince bana, nedense “yahudi” çağrışımı yapılmış olur. Duvar demek yahudi demektir. Duvar, çağdaş Çin seddidir. Zâlimle mazlumun arasını ayırmaz sadece; mazlum Filistinlilerin hemen komşu köy veya mahallesindeki kardeşleriyle ilişkisini de tümüyle koparır. Müslümanların birbirleyle ve hayatla bağlarını koparan 4 metre yüksekliğinde, füze ve topların yıkamayacağı duvar akla geliyor. Tamamı bin kilometre olarak planlanan, hal-i hazırda 560 kim.lik kısmı tamamlanan heyûlâ gibi bir set. Ama sadece bu değil duvar kelimesinin çağrıştırdığı. Kendileriyle hakikat arasına da duvar örmüşler, dünyayı kaplayan protestolara, alınan BM (Bir leşmiş Milletler) kararlarına duvar kesilmişler, Allah’la aralarına duvar örmüşler. Ayrıca “duvar”, yahudiliğe hizmet demek olan masonluğun temel sembolü kabul edilir. Allah’ın izniyle, ördükleri tüm duvarların üzerinden ya aşacağız, ya aşacağız. Ama önce müslümanlar olarak bizim, çevremizdeki manevî duvarları aşmak için gayretlerimizi yoğunlaştırmamız gerekiyor. Ağlama duvarını ve orada ağlayarak muharref Tevrat’tan bölümler okuyan yahudileri seyrederken, duvar yakınındaki yolda çoğunluğu zencilerden oluşan içinde beyazları da olan yahudilerden dilenciler görmem beni şaşırttı. “Dilenci yahudi” ve hem de İsraillilerin en yoğun olduğu yerde. Müslümanlara küstah bir şekilde tepeden bakan zâlim müstekbir yahudilerin zilletine şahit olduğum için sevinmedim desem doğru olmaz. İyi de “dilenci müslüman”ların yanında devede kulak kadar az sayıda dilenci var. İzzet ve onur mü’minlere ait olduğu halde, zillet içindeki ezilen, gariban müslümanlara da üzülmedim desem doğru olmaz. Tarihten bu yana, çoğu zaman dünya ekonomisine yön vermede en önde olan kapitalist İsrail vatandaşlarının dilendiklerini, müslümanlardan, bizden para istediklerini gördüm. Eh biraz da sadistliğimiz tutsun, zevk aldım, dilenen yaşlı yahudileri uzunca seyre daldım. Hatta ağlama duvarının önündeki yahudi dilencilere para vermeyi düşündüm, tam para verirken fotoğraf çektirecektim. Bir an zihnimden geçen bu sevdadan vazgeçtim. Dünyanın kanını emen sömürücü yahudilerden birine para verecektim. Bu, infak kapsamına girmeyecek, bana sevap da yazılmayacaktı. Vampirin çocuğu hasta diye kan bağışında bulunmakla eş değerde tuttum bu tavrı. Fırsat bulunca yahudiye ve yahudileşen insanlara maddî bir şeyden ziyade, onlara doğru bir dini, insanlığı anlatıp manevî şey vermekti doğru olan. Bu düşüncelerle vazgeçtim. Dikkat ettim; yahudi dilencilerinin önemli bir kısmı zenci yahudilerdi. Yahudi ırkçılığının bir göstergesi idi bu. Modern çağda ırkçılığı dünyaya yayan da onlar değil miydi? Gümrükte (o sekizbuçuk saat sıcakta gâvur eziyeti ile beklediğimiz yerde) de temizlik işiyle uğraşan, hor işlerde çalışan insanların çoğu da zenci yahudilerdi. Ama memurlardan hiçbiri zenci değildi. Demek ki zenciler yahudi de olsa İsrail gibi kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş olarak küçümseniyordu. Yahudi kriterleri ırkçılığı en çirkin şekilde benimsiyordu. Yahudi olmayanların yahudilerin eşeği olarak yaratıldığına inanacak kadar ve Allah’ı bile tekellerine alıp sadece yahudilerin Allah’ı olduğunu iddia edecek şekilde insanlıktan uzak ırkçılık. Hem yahudilerle yahudi olmayanlar arasında ırkçılık, hem de yahudi beyazlarla yahudi zenciler arasında bir ırkçılık.    
 
Üzerinden bir seneden fazla zaman geçmesine rağmen, hâlâ öldürdükleri masum dokuz müslüman için özür bile dilemeyen İsrail. Hoş, özür dileyince iş nasıl bitiyor, anlayan beri gelsin. Masum sivil yardım gönüllülerini öldür, sonra “pardon!” de, iş bitsin. Özür dilemezse ne olacak? Şimdiye kadar ne oldu ki, bundan sonra ne beklenecek? Nasreddin Hoca’nın “ben yapacağımı bilirim” anlayışı. Politikacılar yine birkaç beylik laf üretecek, “one minute”, belki en fazla “two minute” diyecek, yetecek, bitecek. Halkın “topunuza tuuu minut” diyeceği gün ne zaman gelecek? Evet, ümmet tuuu diye hep beraber tükürse, İsrail’i sel alır, ümmetin tükrüğünde boğulur. Ama, önce İsrail dostu tâğutlara ve düzenlere bu tavırları göstermeleri şartıyla. Küçük İsrail’lere bir şey yapamayan, arkasında Amerika ve Batı olan İsrail’e hiçbir şey yapamaz.  
 
Bırakın İsrail’e savaş açmayı, onunla tüm diplomatik ve ticarî ilişkilerini askıya almasını, askerî ve istihbarat alanları başta olmak üzere birçok alandaki yardımlaşma ve işbirliğini kesmeyi bile düşünmez yöneticiler. Gönül istiyor ki, ben yanılayım; İsrail ile imtihan olan ümmet gibi, İsrail ile sınanan yöneticiler bu sınavı kazansınlar. Onların böyle bir hesap içinde olduklarını düşünmüyorum, onlar İlâhî sınavı değil, seçimleri ve halkları oyalamayı düşünecekler yine…  
 
İsrail’i kim besliyor, kim ayakta tutuyor, kim lojistik destek veriyor, kim hangi anlaşmalarla onlara yardımcı oluyor? Daha doğrusu soruyu tersten sormak lâzım: Hangi ülke yönetimi yardım etmiyor? Kim İsrailleşmemiş ki?! Öyleyse cihada nereden başlamalıyız?
 
Allah için sigarasını bırakamayan veya sigara içmiyorsa onun kadar zararlı ya da benzer günah sebebi, adı başka “sigara”larını terk edemeyen insanımız, dünyevîleşip malıyla cihad edemediği halde nasıl canıyla cihad edecek!?
 
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm, hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah'tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (11/Hûd, 113)
 
Dinimiz bütün Müslümanların kardeş olduğunu bildiriyor. Tefrikayı yasaklayarak Allah’ın ipi olan Kur’an’a tüm Müslümanlar olarak hep birlikte sarılmamızı istiyor. Müslümanlar olarak Kur’an’ın istediği gibi birleşip dayanışma ve vahdet içinde olsaydık çok büyük güç olurduk ve emperyalist zâlimler, Filistin’i, Afganistan’ı, Irak’ı işgal edemezdi, İsrail de kardeşlerimize böyle vahşice saldırıp zulümler yapamazdı. Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak… 
 
Siyonizm ve emperyalizm, sadece Kudüs’ümüzü değil; İslâm âlemini işgal altında tutuyor. Kudüs’ün, Mescid-i Aksâ’mızın işgalden kurtulması için çalışmak, tüm gayretlerimizi seferber etmek, cihad etmek farz-ı ayın. Mescidlerimiz işgalden kurtulduğu gün Mescid-i Aksâ’mız da kurtulacak, Mescid-i Harâm’ımız da. Mescidlerin kurtuluşu da Allah’ın evi olan gönüllerimizin işgalden kurtulması ile sağlanacaktır. 
 
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin eli kimin cephesinde belli değil. Kim kimin uğrunda, niçin cihad ettiğini bilmiyor. Hangi teşkilat, hangi grup neyi amaçlıyor; çok net değil. Net kabul edilenlerin de yarın nasıl bir pazarlık ve hesaplar içinde olacağını, şehid kanlarını satıp satmayacağını, ya da kandırılıp kandırılmayacağını kimse bilmiyor.
 
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük benzeri, çer-çöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
 
Zafer, önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır. Kurtulamayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde ise, nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.
 
Ekonomik savaş, günümüzde silâhlı savaştan daha az etkili değildir. Kur'an'da cihadla ilgili hemen her âyette, önce "mallarınızla cihad edin" ifadesi dikkat çekicidir. “Müslümanım” diyenler, çoğunlukla yahûdilere hizmet veren bankalardaki paralarını çekse, Ortadoğudaki petrol üreten ülkeler petrolü ambargo, fiyat ayarlaması vb. şekilde silâh olarak kullansa, müslüman halklar İsrail ve onun sömürgesi Amerikan mallarına boykot uygulasa... bırakın İsrail denen yapay ülkeyi, ABD bile dünkü Sovyetler Birliği gibi teslim bayrağını çeker. 
 
Her kaka kola İsrail için bir kurşun, her MC Donald hamburgeri, bir tank mermisi, her Amerikan ve Yahudi firmalarının sattığı bir ürün, bir Filistin çocuğunun ölümü demek. Bankalara ve özel sigortalara para yatıran müslüman, farkında olmasa da, İslâm’a ve müslümanlara karşı sürdürülen savaşa katkıda bulunuyor, tâğut yolunda infakçı ve savaşçı oluyor. Kapitalistin de siyonistin de dini imanı para ve madde olduğuna göre, onlarla savaşın bir cephesi de ekonomik olmalı ve siyonizme hizmet edenlerin mallarını alarak, kurumlarıyla çalışarak İsrail silâhlarına kurşun taşıma ihânetini terk etmeliyiz. İnternet sitelerinden binlerce ses senelerdir yükseliyor: "İsrail'in ve İsrail'e yardım edenlerin mallarını protesto edelim!" Ve uzunca marka ve mağaza listeleri sıralanıyor. Tercih ettiğimiz bir marka, bilinçli veya bilinçsiz, hangi safta yer aldığımızı ele veriyor: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." (4/Nisâ, 76). Ve Rasûlullah’ın uyarısı: "Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder."
 
Şu an gösterebileceğimiz en iyi boykot, hayatımızdan Yahudi yaşayışına dair yaşantıları çıkarmak, gâvurlaşmaya giden yoldan dönmek olacaktır. Yeniden küresel şekilde intifadayı başlatmak. Ama, taşı önce nereye atacağımızı iyi hesaplamak. Attığımızı hep birlikte aynı hedefe atmak… Böyle yapınca “Attığın zaman sen atmadın, aslında Allah attı.” (8/Enfâl, 17) şeklinde netice almak… 
 
Batılı kâfirlere, hıristiyanlara ve özellikle de yahudilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir, yahûdileşmedir; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır.
 
"Ey iman edenler, iman edin!" (4/Nisâ, 136)

"Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez." (4/Nisâ, 105) 

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” (47/Muhammed, 7)
 
Aynı zamanda, unutulmamalıdır ki, İsrail denen terörist devleti tümüyle ortadan kaldırmadan Filistin meselesi hallolmaz. İsrail’i ortadan kaldırmak için de o küçük ülkenin sömürgesi konumundaki Amerika ile ve hatta İngiltere gibi bazı Avrupa ülkeleri ile savaşmayı göze almak gerekir. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı ve hatta belki Kıyâmet Savaşı demektir. Bu yüzden, ümmetin her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.
 
Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.
 
Bildiğiniz gibi; İsrail, sadece Ortadoğu topraklarında 6-7 milyonluk bir ülkeden ibaret değil. Öyle büyük ahtapot ki, Ankara’ya, İstanbul’a kolları uzandığı gibi, başı ta Amerika’larda. Büyük kolları Avrupa’da. İsrail içimizde. Her şeyiyle; yaşam tarzıyla, ölüm korkusuyla, devlet biçimiyle, düzeniyle, yasalarıyla, eğitim tarzıyla, kıyafetiyle, medyasıyla… her şeyiyle içimizde. Ümmetin içinde, gönlünde, kafasında. Toprakları işgal eden İsrail’den daha tehlikelisi, zihinleri ve gönülleri işgal eden İsrail’dir. Ve ümmet topyekün bu faciayı yaşıyor. Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller. Filistinliler bunun farkında ve düşmanlarına atacak bir taşları varsa onu atmaya çalışıyor. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, cellâdını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah'a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.” (31/Lokman, 13). Filistin’den daha feci bu ülkenin insanlarının durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve taşla da olsa onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?
 
Nefsine hakaret edilse, parası gasp edilse ciyak ciyak bağıran insanımız, Kudüs günü bile tertip edemez; Filistin dâvâsı için fedâkârlık deyince bahaneleri sıralar. Kendi ülkelerinin ulusal günlerinde hâlâ bayram yapanlar, sözgelimi Bingazi’nin, Kahire’nin, İstanbul'un fethini tantana ile kutlayanlar, sahi niye Kudüs'ün, Mekke'nin fethini kutlamazlar? İşgal altında diye mi? Diğer kutlanılan yerler, işgalden kurtuldu mu ki? Aslında İsrail de, işgal de içimizde. Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar.      
 
Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir. Dışımızdaki İsrail’den daha tehlikeli olan, içimizdeki Siyonist ve kâfirlerdir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan.
 
Esas Filistin biziz biz! Farkında bile değiliz.

(Devam edecek inşaAllah) 
 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN