ORTADOĞU VE UMRE HÂTIRALARIM -I-

Ahmed KALKAN

18-07-2011 11:05


Benim Gözümle Filistin

"Seyahat", suyun akması gibi, kolayına geldiği şekilde yeryüzünde gezip dolaşmak demektir. Şehirlerden ve beldelerden uzaklara varıncaya kadar istediği yere gitmek ve seyr ü sefer etmektir. Bu sûretle seyahat anlamı içinde serbestçe dolaşmak ve genişçe hareket etmek mânâsı vardır. Kur’an’da seyahat etmek övülmüş (9/Tevbe, 112), gezinin eski kavimlerin âkıbetlerinin görülüp ibret alınması için gerçekleşmesi teşvik edilmiş (3/137; 16/36; 27/69; 29/20; 30/42); gezip de öncekilerin başına gelenleri görmeyip ibret almayanlar kınanmıştır12/109; 22/46; 30/9; 35/44; 40/21, 82; 47/10). Hele bu seyahat, umre ve hac gibi bir ibadete yönelik ise ve tümüyle Allah için olursa… 

Umre seyahatinden döneli henüz birkaç gün oldu. Heyecanım henüz geçmeden zihnimdeki bazı izlenimlerimi yazıya dökmek gerektiğine inandım. Bizim seyahat niyetimizi ve İlâhî rızâya ne oranda muvâfık davranıp davranmadığımızı her şeyi bilen Rabbimiz biliyor. 16 senedir yurtdışına çıkışı yasaklanan biri olarak Suriye ziyaretinden sonra aynı yıl ikinci yolculuğumuzu Ürdün, Filistin ve Hicaz tarafına yaptık. 14 günlük umre yolculuğundaki bazı izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.  

Umre ziyaretini yapanlara ısrarla tavsiyem şu: Kudüs’ü, Mescid-i Aksâ’yı ziyaret etmeden diğer kutsal beldelere geçmesinler. Birinci kıbleyi görmeden ikinci kıbleye atlamasınlar. Rasûlullah (s.a.s.) ve ilk müslümanlar, Mescid-i Aksâ'yı İbrâhimî sünnet gereği ilk kıble olarak seçtiler; oraya yönelerek Rablerine kulluklarını yerine getirdiler önce. Biz de ilk önce oraya yönelmeli, sonra Kâbe'ye teveccüh etmeliyiz, tefekkür ve görev bilinciyle. Hem namazdaki "kıyâm"ı, hem de namaz gibi ibâdet olan "kıyâm"ı kıbleler tâyin edecek; biz de kıblelerimize doğru yönelecek, yüzümüzü Aksâ ve Harâm Mescidlerine çevirecek ve oraya doğru "Allahu Ekber!" diyerek kıyâm'a duracağız.     

Rasûlullah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'dan veya diğer mescidlerden değil; Mescid-i Aksâ'dan çıktı mi'râca. Mescid-i Aksâ'ya ayak basarak yükseldi göklere. Dünya müslümanları olarak biz de namazlarımızın mi'râç olmasını arzu ediyorsak, yahûdilerin ayakları altında alçalmak değil de, göklere ve yücelere doğru yükselmek istiyorsak, Mescid-i Aksâ asansörümüz olmalı.

İyi de, asansörün kapılarını Siyonistler tutmuş. Oradaki insanları aşağıya çekmek için asansörün yukarı çıkaran katlarını iptal ederek sadece aşağılara inilecek hale getirmiş. Kudüs’te yaşayan Müslümanların şehrin belediye otobüsülerine bile alınmadığına, işi acele ise taksi tutmak zorunda olduğuna, parası yoksa şehrin öbür tarafına yaya yürümek zorunda bırakıldığına, Mescid-i Aksâ’ya bile polis kontrollerinden geçerek girebildiğine, Cuma günleri 45 yaşın altında ise bu büyük Mescid’e işgal güçleri tarafından alınmadığına şahit olduk. Bunlar, Filistin’in yüzlerce senedir sakinleri, Mescid-i Aksâ’nın mirasçıları ve koruyucuları idi… Ama, Kudüs bütün Müslümanlarındı, sahip çıkamadık o Hz. Ömer emanetine, yardımcı ve destek olamadık Filistinli kardeşlerimize. Onları fillerle boy ölçüşsün diye önlerine atılan tavşan misali biz bırakmadık mı öylesine... Bu düşüncelerle içim kan ağlıyordu. Bizim anamız bizi oralarda doğurabilirdi. Bunlar da bizim kardeşimizdi, bunlar Filistinli idi ve Mescid-i Aksâ bizim de mescidimizdi, bize de emanet edilmişti. Ama, kendi mahallesindeki küçük mescidlerini işgalden kurtaramayan bizler, nasıl büyük mescidlerimizi, Mescid-i Aksamızı kurtaracaktık? Kendi ülkelerindeki, içlerindeki siyonistlerin ve İslâm düşmanlarının işgalinin farkına bile varmayanlar, uzaktaki işgallere nasıl müdahale edebilecekti? Esas işgal, toprakların işgalinden öte zihinlerin, gönüllerin, okulların, mescidlerin, mahkemelerin, meclislerin işgali idi. Ve bu işgal sadece Filistin’le sınırlı değildi. Biz kendi zincirlerimizi kırmadan başka işgallere dur diyemeyiz, sadece “bir dakika” diyebiliriz. Katillerden özür bile diletemeyiz. Aslında Filistin biziz, biz. Farkında bile değiliz. Filistin aynasında boyumuzun ölçüsünü alıyoruz. Neler çektiklerini gözlerimiz görünce ya ağlamaklı oluyor, ya görmek istemediği için gözler kapanıyordu. Ama, hayat gözleri açmayı, gözü açık yaşamayı öğretiyordu.

Filistinli olmanın zorluklarını iki gün içinde de olsa kısmen yaşadık. Buralardan duyardım bu eşkıya çetesinin ülkesine (nereden ülkesi oluyor? İşgal ettiği Filistin’e) gelen turistlere bile, eğer müslümansa çok kötü davrandığını, gümrük kapılarında zorluk çıkarttığını. Ama bu kadarını da beklemek değil, tahmin etmek bile zor. Vampirler çetesi Siyonist rejimden daha başkasını beklemek de doğru değil zaten. Akrebin sokması kendi yapısı icabı; İsrail’in de zulüm karakteri olmuş. “İsrâil” ismi, aslında “gece yolculuk yapmak” ve “Allah'ın kulu” anlamına gelmektedir. Günümüzdeki Tevrât'tan yola çıkarak İsrâil kelimesine verilen bir başka anlam ise, “savaşan Tanrı” veyahut “Tanrı’ya karşı kuvvetli” demektir. Muharref Tevrat'ta, Hz. Yakub'un Tanrı ile güreşip onu yendiği(!) için bu adı aldığı anlatılmaktadır (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 32/28; 45/9-18; Hoşea 26/5-6). İsrailliler, İsrail kelimesini “Allah’la güreşen, Allah’ın kendisini yenemediği şahıs” olarak anlamlandırmak gibi küstahlık ve cür’et gösterebiliyorlar. Yani, kendilerine Allah tarafından gönderilen hak din İslâm'ı değiştirip yahudileşenlerin, mukaddes kitaplarına ve Allah'a en ağır iftiralar atmasına bir örnek de “İsrâil” kelimesine verdikleri bu anlam olsa gerektir. “İsrâil” kelimesine yakıştırdıkları bu anlamla, kendi soylarını yüceltmek için “tanrı”larını bile küçülttükleri, onu sıradan bir insan gibi gördükleri ve bir peygamberine (onu yenmeye) gücünün yetmediği âciz bir varlık gibi algıladıkları olanca çirkinliğiyle sırıtmaktadır. Kudüs'ü işgal edip o kutsal topraklarda devamlı müslüman kanı akıtan zâlim siyonist rejime ve o topraklara da, bilindiği gibi İsrâil adı uygun görülmüştür. “İsrail, yani Allah’la güreşen ve Allah’ın kendisini yenemediği güç. Allah’ın yenemediğini kim yenebilir?” havalarında küstah, şımarık, azgın ve Allah’ın gazabına uğramış, kaşarlanmış, yoz bir karakter… İşte bu karakteri sadece Kitaptan okumak ve soyut bir varlık gibi algılamanın ötesine geçip onları yakından tanıma fırsatına erişme… Rabbim, Sen bunların işgali, egemenliği, sömürüsü altında yaşamak zorunda kalan Filistinlilere yardım et. Biz iki günlük Filistin ziyaretinde elimize tesbih alıp saymasak da bin bir kere lânet okumak zorunda kaldık, ya onlar ne yapıyorlar?         

Günlerden 28 haziran Salı, hicrî olarak da 26 Receb, yani akşam kandil gecesi diye adlandırılan Miraç gecesi. Sabah 7 civarında Amman’da otelden ayrıldık. Bir saat kadar sonra Filistin sınırına geldik. Saat 8 civarında sınıra yaklaştık. Aslında Filistin’e gidiyoruz. Ama işgal altındaki bir devlete gittiğimizi adım başı İsrail polisi yollarda boy göstererek gözümüze sokuyor. Anlaşılan Filistinliler yerine daha çok İsrail askeri, polisi ve memuru bizimle muhatap olacak. Onların yüzünü görmek zorunda kalacağız. Filistinli olmak bu demekse gerçekten “zor”un ötesinde bir şey. Biz Şam ve Araplarla ilgili çirkin sözü doğrultalım: “Ne İsrail’in şekeri, ne yahudinin yüzü.” Birkaç yerde İsrail askerleri pasaport kontrolü gerekçesiyle otobüsü durdurdu, biraz bekletti, sonra lutfedip yol verdi. Eh, bu kadarsa bir şey değil derken, rehberimiz uyardı: “Durun bakalım, en az 3 saat, belki 4 saat bekletecekler!” İlâve etti: “Hatta duydum ki, bir kafileyi 8 saat bekletmişler…” Biz saatlerimize yeniden bakma ihtiyacı hissettik. “Beş saat bakletseler, miraç gecesi Mescid-i Aksâ’ya yine rahat yetişiriz” diye önceliğimizi Kudüs’e, Aksâ Mescidine veriyorduk. Saat 8,5 civarında gümrüğe girdik. Arabalardan indik, sıcak güneşin altında kuyruğa girip pasaport işlemleri için beklemeye başladık. Anlaşılan o ki, adamlar (ne adamı, adam kim, onlar kim?) bir kişinin pasaport incelemesini yapıp arada bir çay veya sohbet molası veriyorlar. Sıcak güneşin altında bir buçuk saat geçtikten sonra nihayet güneşten kurtulduk, kapalı yerlere girme hakkını kazandık, artık pasaport kontrolüne sıramız geldi. Yahudi kurnazlığı değil, Yahudi fırsatçılığı, hatta Yahudi düşmanlığı denilmeli bu tavra. Hayır, Yahudi değil, Siyonist gıcıklığı. Grubun bir kısmının işlemlerini 2-3 saat içinde de olsa yaptılar, bir kısmının işlemlerini bıraktılar. Eşlerden birinin pasaport işlemleri yapılıyor, diğeri bekletiliyor. Kafilenin dörtte üçünün işlemi 2-3 saat içinde bitti, dörtte biri başlangıç yerinde kaldı. Bizim aileden de bir kişiyi bıraktılar. Bizim işlemlerimizin bitmesi bizi hiç sevindirmedi. Geride kalanların durumu nasıl? Onları niye bıraktılar? İhtiyaçları var mıdır? Lisan da bilmiyorlar, acaba ne durumdalar? Merakı yaşatıyorlar. Psikolojik işkence ödülü var mıdır, bilmiyorum. Varsa bunlardan başkası hak edemez onu. Hiçbir makul sebep olmadığı halde grubun bir kısmı rehin gibi farklı mekânda, diğerleri farklı yerde. Birbirleriyle irtibat imkânı yok. Öğrendik ve gördük ki her kafileye aynı muameleyi yapıyorlar, diğer kafilelerin de başına aynı şeyler gelmiş, daha sonra gelen kafilenin de. Ve rekor kırdık. 8 saat de değil, tam 8,5 saat sonra kalan arkadaşlarımızla buluşup kucaklaştık. Bu arkadaş ve akrabalarımızı beklediğimiz beş-altı saat içinde Siyonist karakteri yakından gözleme imkânım oldu.

Enteresan gelecek bir olayı anlatayım: Pasaport işlemlerinden geçen, yakınlarını bekleyenlerin oluşturduğu çoğu ayakta saatlerce endişeyle bekleyenler içinde, büyükçe bekleme salonundayız. 50 yaşlarında bir İsrailli görevli. Bir koltukta oturuyor. Önünde herhangi bir evrak veya yaptığı bir işi yok. İşi, önüne gelen her basit fırsatta Müslümanlara bağırıp çağırmak. Bir çocuk bir direği mi elledi, birisi kendilerine ait bölgeye mi yaklaştı, biri yere bir şey mi düşürdü, basit bir hata yapan bir şahıs gözlüyor ve kendi dilinden de başkalarının dilinden de değil, uluslar arası hayvan dilinden konuşuyor, hayır anırıyor, havlıyor; gerçekten öyle: Ağzından çıkan bağırtılar şöyle: hoo, ooo, hayyt, yaoo… Aynen böyle. Bu şekilde volümü en yüksek perdeden bağırmalar. İşi-gücü bu. “Bana da bağırır mı?” derken saatler sonra da olsa bir bahane buldu, bana da bağıracak oldu, ben de ona onun diliyle cevap verdim, aynı anlamsız veya ondan öğrendiğim hayvan diliyle heceleri tekrar ettim; o kadar bozuldu ki dili çözüldü, kendi diliyle beni çağırdı, bir şeyler söyledi, ben de kendi dilimle aynı tonda cevaplar verdim, çağırdı, gitmedim. Kendi de bizim bulunduğumuz yere girme cesaretini göstermedi. O bana baktı, ben ona baktım… Ama ne bakıştı onlar… Bakışlarla, gözlerle yapılan savaşı kazandığımı sanıyorum. Sabah gelmişiz gümrüğe, ama öğle namazının vakti girdi, ilerliyor. Sordum. Yüzlerce kişinin bekletildiği salonda bir mescid yok. Bir kenarda kılarım dedim, gittim lavaboya. Abdest alırken bir İsrailli görevli geldi. İbranice “burada abdest almak yasak!” dedi. Nereden mi anladım? İşaret dilinden, tavrından. Ben de kendi dilimle en az onun sesinin yüksekliği kadar bağırarak cevapladım: “Hayvan herifler, siz nasıl Allah’a inanıyorsunuz? Namaz için yer ayırmadığınız yetmiyor gibi, abdesti de mi yasaklıyorsunuz?” Görevli şahıs, dilimi mi anladı, benim bağırmama mı tepki verdi, bilmiyorum, ama hemen arkadaşlarını çağırdı, beş-on saniye içinde 4-5 kişi oldular, benim abdestime engel olmak isteseler de, ben abdestimi aldım, onlarla da benzer şekilde kendi dillerimizle atışmış olduk. Tabii, bütün bunlar sınırda ve onların egemenlik alanında olduğu için kapı dışarı edilme riskini de her an yaşamış oldum. Hayır, bin kez hayır! Bunlar Yahudi de olamazlar, Tevrat ehli değil bunlar. Bunlar basbayağı hayvandan aşağı müşrikler…      

(İnşaallah devam edecek)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN