TÜKETİM TOPLUMUNDAN TÜKETİLEN TOPLUMA

Bünyamin ZERAN

14-09-2012 07:56


Tüketim, aydınlanma sonrası Avrupa’nın dayattığı kültürün ayakta kalmasını sağlayan en önemli unsurdur. Burjuvazinin feodaliteye karşı üstünlüğünü ilan etmesi ve bu üstünlüğün daimi olması ancak tüketim toplumunun varolması ile mümkündür. Tüketim toplumu, yalnızca üretilen malları sınırsızca tüketen bir topluluk olmayıp aynı zamanda tükettikçe nesneleşen ve tüm değerlerini de tüketmeye başlayan bir toplumdur. Bu haliyle köklerinden kopan ve öncesi sonrası olmayan bilinmez bir dünyaya, yabancısı olduğu bir dünyaya adımını atıp nerde durduğunu ve nerede durması gerektiğini kestiremeyen nesne haline getirilmiş bir varlıktır. O artık, sermaye sahiplerinin reklam yoluyla yönlendirdiği kendisi için iyi ve kötünün belirlendiği, kendi ihtiyacı hakkında karar veremeyen güçten yoksun ve iradesi elinden alınmış bir varlıktır.

İnsanın nesneleşmesi bu çağın en büyük projesidir. Hümanizmin, özgürlüğün, bireyciliğin dillerde pelesenk olması da bu nesneleştirme işinin bir devamı ve garantörü niteliğindedir. Tarihsel süreç tecrübeyle sabittir ki tağuti güçler kendi karşılarında sistemleşmiş, birbirine kenetlenmiş, bir ideal uğruna hayatını gözden çıkarmış kararlı yapılar görmek istemez. İnsanları sürekli birbiriyle çatıştıran unsurlara ihtiyaç duyar. Bunun için mezhepçilik sürekli canlı tutulur, bir çok kavimden meydana gelen uluslarda kavim çatışmaları canlı tutulur. Hatta demokratik devlet yapılarında bile jakobenlik ve liberal demokratlık da çatışma halindedir. Sistemi kuran bir el vardır ve bu el daha çok kazanabilmek ve sömürebilmek için sürekli çatışmaya ve bu sayede kendi varlığını perdelemeye ihtiyaç duyar.

Post modern anlayış ise bu çatışmaları kavmi ya da mezhebi çatışmaların da ötesinde bireye kadar indirgemiştir. Rölativizm dediğimiz şey bu çatışmanın en büyük kaynağını teşkil eder. Bu görecelilik kavramı bireye değer katan şeyleri ve onu diğerinden farklı kılan şeyleri ayırmış ve her bir bireyi kendi dünyasının kralı olduğu vehmine ulaştırmıştır. Aslında insan, sistemi kuran ve işleten simulakrların elinde bir nesnedir ama bunu farketmesine imkan yoktur. Çünkü beşer sabitesini kaybetmiştir. Neyin en doğru neyin en yanlış olduğuna dair fikri yoktur. En doğru olan şey onun ne hissettiğidir. Yani hazlardan örülü yeni bir nesneleşen hayata sahiptir. Hiçbir kutsalı yoktur, bağlı olduğu değerler sürekli değişebilir. Kendini tanımladığı şeyler ise sahip olduğunu düşündüğü maddi alemin çehresine göre tasarlanmıştır.

Post modern dünyada birey manevi değerlerden daha çok maddi olan değerlere sahiptir. Çünkü sermaye beşeri maddi olan alana hapsetmiştir. Protestanlık mezhebi bizzat sermaye sahibi burjuvaların elini güçlendirmek için desteklenmiş ve Avrupa’nın kalbine yerleştirilmiştir. Maddi değerlere sahip olmak ve bunun için çalışmak bir inanç meselesi haline getirilmiştir protestanlıkla. İnsan, daha çok şeye sahip oldukça sahip olduklarının elinde nesneleşmiştir. Çünkü 21.yy’da insanın tanımlandığı şey metadır. Kadınları değerli kılan şey kullandıkları kozmetik ürünlerdir artık, evleri değerli kılan şey kullanılan mobilyalar, erkekleri değerli kılan şey bindikleri araçlar ve nereden giyindikleridir. Artık insan eşyanın kölesidir. Eğer değerli olmak istiyorsa ona gösterilen şey ya da dayatılan şey yeni ilahlarına tazimde bulunmasıdır. Bu yeni ilahları evinin ve bahçesinin her yanında hatta üzerinde bulunduracak ki gelip görenler ikna olacak. Yeni bir putçu zihniyet böylece türemiş olacak. Kutsal olan değerler de bu minvalde nesneleşecek. Ayetler tarihsel süreç içerisinde sürekli değişebilecek. O zamana göre böyleydi şimdi şöyle olması gerekiyor denecek. O sana göre öyleydi bana göre böyle denecek ve kitabın anası muhkem iken post modern bir bakışla kitabın anası müteşabih olacak. Dolayısıyla islam protestanlaştırılmış olacak. Artık protestanlaştırılan İslam’la Avrupa’da meydana gelen her türlü değişim burada da mümkün olabilecek. İnsan nesneleşirken kutsal olan onun nesneleşmesinin dayanağı haline getirilecek.

Post modern dünyanın dayattığı bu nesneleşme insanı fıtri yanlarından uzaklaştırıp pozitivizmin kucağına itmektedir. İnsan, kutsalı meta ile tanımladığında giderek kendi içinde yalnızlığa gömülecek ve sonu gelmeyen iç çatışmalarla birlikte simulakrların elinde oyuncağa dönüşecektir. İnsan, başını çevirip dünyaya baktığında reklam çağında yaşadığını farkeder. Her şey sahte sunumlardan ibarettir. Propagandaları yönettiği bir dünyadayız. Siyasal görüşlerden tutun, insan ilişkilerini düzenleyen yasalara ve ordan çıkın neyi kullanacağımıza neyi tüketeceğimize varana kadar her şey bize reklamların dayattığı bir sürecin sonucudur. Gündemlerimizi simulakrlar belirler. Birgün kürtajı konuşuruz, diğer gün Suriye’yi. Bir gün Afriko Mango’nun zayıflatmada ne kadar etkili olduğunu diğer gün bir otomobil firmasının yeniliğini. Bir gün pazarcıların pazarda artık bağıramayacağını konuşuruz diğer gün Arap baharını. Birgün yeni anayasaya nasıl katkı sağlayacağımızı konuşurken diğer gün rhat ortamlarda dini yaşamanın verdiği sınırsız hazzı konuşuruz. Aslında tam olarak neyi konuştuğumuzu da bilemeyiz. Çünkü öyle yoğun bir bilgi kirliliğinin içindeyiz ki enformatik cehaletle kuşatılmışızdır. Zira neyi ne kadar süreyle konuşacağımızı da simulakrlar belirlemektedir.

Giderek tüketilen bir toplumun fertleri olmaktayız. Herbirimiz birer birer tüketilmekteyiz. Buna karşı bir duruş ortaya koymak istiyorsak zihnimizi kuşatan prangalardan kurtarmak zorundayız. Artık yeni şeyler söyleme vaktidir. Ama bu söylenen şeyler simulakrların bize söylettiği şeyler olmamalıdır. Vahyin hayatı kuşatabilmesi bizim vahiyle doğrulabilmemizi sağlayan şeyler konuşmalıyız. Vahyi pratikleri hayata taşıyan kimseler olmak durumundayız. Tükenmemek için ve etrafımızdakileri tüketmemek için, nesneleşmeye bir karşı duruş için Kur’an’ı tarihsel anlayışın ötesinde ve geçmişin taassuplarına da takılıp kalmadan takvalı ve hikmetli bir duruşla hayata pratik etmek zorundayız. Mümkün olduğunca bu pratikleri ne dediğini bilen ve bir ideal uğruna bir araya gelmiş kararlı bir yapı olarak sunmak bizi daha güçlü kılacaktır. İslam insanların bireyden ümmete doğru akmasını ister. İdeal olan şey ümmet olmaktır. Zulme karşı ümmet olarak karşı çıkmak kuşkusuz daha çok ses getirici bir davranıştır.

İslam insanlığa değer katan şeyin vahyin buyrukları olduğunu vazederken kulu değerli kılan şeyin seküler herhangi bir tanımlamaya tabi olmadığının altını çizer. Biz iman iddiasında olan müminler olarak bu dayatmalara karşın hayata kendi kavramlarımızla ve bu kavramları da yine vahyin öğrettiği şekliyle alarak pratik etmek zorundayız. Simulakrların elinde reklamla yönlendirilen bir sürü olarak tarihe not düşemeyiz. Bir sürü olarak yaşamak bizi insan yapmaz bizi insan yapan şey soran, sorgulayan ve üretebilen olmamızla mümkündür. Ama bu üretme kapitalizmin üretim anlayışıyla aynı değerde değildir. Tarihe bir not düşeceksek ve asla köle olmayacağız diyorsak bunun tek karşılığı Allah’a gereği gibi iman ve O’ndan gereği gibi sakınmaktır. 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN