BÜYÜ, NAZAR, RUKYE VE CİNLERLE ETKİLEŞİM KONULARINA GİRİŞ

Şükrü HÜSEYİNOĞLU

01-01-2019 13:00


Seyyid Kutub, cahiliye ile İslam’ın uzlaşmazlığını net ve etkili ifadelerle vurguladığı Yoldaki İşaretler adlı eserinin “Örnek Bir Kur’an Nesli” bölümünde şu çok önemli tesbitlerde bulunur:

“Bugün biz, İslam’ın daha önce tanık olduğu türden bir cahiliyenin, belki de daha da sapkın bir cahiliyenin içindeyiz. Çevremizde her ne varsa, cahiliyedir: İnsanların anlayışları, inançları, adetleri, gelenekleri, kültürel kaynakları, sanatları, edebiyatları, yasaları… Hatta çoğumuzun İslami kültür, İslami kaynak, İslami felsefe, İslami düşünce diye bildiği şeyler… Bunlar da, bu cahiliyenin ürünüdür. Bu nedenle, nefislerimizde İslami değerler yer edinip kökleşemiyor, zihinlerimizde İslami anlayış berraklaşmıyor. İslam’ın daha önce yetiştirip çıkardığı türden yeni bir nesil artık içimizden çıkmıyor.

Öyleyse, İslami hareket yöntemi gereğince, eğitim ve yetişme döneminde içinde yaşadığımız, kendisine yaslandığımız cahiliyenin bütün etkilerinden soyutlanmamız ve arınmamız zorunludur. O ilk dönem insanlarının beslendiği arı kaynağa, hiçbir şeyin karışmadığı, hiçbir şüphenin bulunmadığı arı kaynağa dönmek zorundayız.”[1]

Şurası bilinen bir gerçektir ki, tarih boyunca Rabbani dâvet karşısında fikri-akidevi mücadelede tutunamayan cahiliye anlayışlarının bu durum karşısında başvura geldikleri en etkili yöntem, suret-i hakka bürünerek kendilerini hak kisvesinde ifade etmek olmuştur. Gerek hakikat gerekse hakimiyet bazında cahiliyeyi yerle yeksan eden Rasulullah (a.s.) ve güzide arkadaşlarının inşa ettiği İslami toplumsal ve siyasal yapının bir süre sonra yaşanan kimi iç sorunlar neticesi çatırdaması ve Ümeyyeoğullarının elinde saltanata dönüştürülmesiyle birlikte bu durum Ümmet-i Muhammed arasında da kendisini göstermiştir.

Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk neslin çilelerle dolu mücadelesiyle zail kılınmış olan cahiliye inanış ve anlayışlarının bir kısmı, İslami yönetimin saltanata dönüştürüldüğü, muvahhid ve muttaki yöneticilerin yerini fasık ve zalim yöneticilere bıraktığı bu ortamda yeniden neşvü nema bulmaya, toplumda kendilerine yeniden zemin kazanmaya başladı. İslam inkılabıyla yıkılmış olan Arabistan cahiliyesindeki biçimleriyle şöyle bir farkla ki, İslam’a ait inanış ve pratikler kisvesine büründürülmüş olarak…

Bu arada Yahudi ve Hıristiyanlık kültürleri güçlü kimi insanların ihtidası, yine fetihlerle Müslümanların topraklarının genişlemesiyle İran’ın fethi örneğinde olduğu gibi toplumların kitlesel olarak ihtida etmesi, Arabistan cahiliyesinin dışındaki cahiliye inanış ve anlayışlarının da Müslümanlar arasında kendilerine zemin bulmaları sonucu doğurdu. İslami toplumsal-siyasal otoritenin, Ümeyyeoğullarının faaliyetleriyle tam anlamıyla bir “karşı devrim” olarak nitelenebilecek süreçlerle zayıflatılması ve giderek ortadan kaldırılması, cahili inanış ve anlayışlarından arınmış olmaktan ziyade onları da beraberlerinde taşıyıp öylece ihtida eden toplulukların eski kültürlerini “İslami” bir kisve ile ifade ve pratize etmelerine imkân sağladı.

İslam dâveti karşısında tutunamayan cahiliye inanış ve pratiklerinin, bir süre sonra suret-i hak biçiminde ortaya çıkıp kendilerini ifade etmeleri ne yazık ki bunların kalıcılaşmasına ve İslami inanç ve pratikler zannıyla nesilden nesile aktarılmasına yol açmıştır. Seyyid Kutub’un “Hatta çoğumuzun İslami kültür, İslami kaynak, İslami felsefe, İslami düşünce diye bildiği şeyler… Bunlar da, bu cahiliyenin ürünüdür” ifadeleri işte bu durumu ifade etmektedir.

Söz konusu etmeye çalıştığımız, İslam’ın hakikat ve toplumsal-siyasal hakimiyeti karşısında tutunamayıp zail olan, ne var ki sonraki süreçlerde kendilerine zemin bularak yeniden ve fakat “İslami” bir kisve altında ortaya çıkmaya başlayan Arap cahiliyesine ait inanış ve pratikler arasında büyü, nazar, muska, rukye ve cinlerle etkileşim konuları öne çıkmaktadır.

Kur’an’ın Cahiliye Geleneklerinin Nesnesi Haline Getirilmesi

Bu alanda öylesine bir ters yüz oluş süreci yaşanmıştır ki, Kur’an’ın yerle yeksan ettiği tüm bu cahiliye inanış ve pratikleri yeniden canlandırılırken Kur’an ayetlerinin araçsallaştırılması yoluna başvurulmuş, insanlar için tevhid akidesi eksenli gerçekçi bir hayat nizamı öngören Kur’an, söz konusu cahiliye inanışlarının muska, tılsım, üfürükçülük gibi uygulamalarının nesnesi haline getirilmiştir.

Müslümanların tarihinde Kur’an’ın bu şekilde araçsallaştırılmasının miladı, Sıffin’de Muaviye tarafının Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna takıp, hile amaçlı olarak hakem talebinde bulunmaları olmuştur. O günden sonra meşru yönetimin giderek güç kaybetmesi ve İslami otoritenin bir türlü tesis edilememesi, İslam inkılabıyla yenilgiye uğratılan cahiliye anlayışlarının yeniden canlanma imkânı bulmalarına yol açtığı gibi, Kur’an’ı araçsallaştırma noktasında da önlerini açan bir gelişme olmuştu.

İnşallah çalışmamızın ilerleyen bölümlerde ayrıntılı şekilde ele alacağımız üzere, örneğin cahiliye döneminde çeşitli hastalıklara şifa olması, “kötü ruhlardan” koruması için arraflar ve kâhinler tarafından hazırlanan ve insanların bu amaçla üzerlerinde taşıdıkları, evlerine astıkları nüshalara (muska) o dönemde yazılan metinler Keldanice ve Süryanice birtakım gizemli ifadeler iken, bu cahiliye inanış ve uygulamasının diriltildiği yeni dönemde değişen tek husus, onlar yerine Kur’an’dan bazı ifadelerin yazılmaya başlanması olmuştur. Yani Rabbimiz tarafından bir hayat rehberi olarak, insanların fert ve toplum hayatını düzenleyecek bir reçete olarak inzal buyurulan Kur’an’ın yol gösterici ayetleri, böylece bir şirk nesnesi olan nüshalara (muska) yazılıp koruyucu diye taşınan tılsıma dönüştürülüyordu.

Cahiliyenin nüsha (muska), üfürükçülük, nazar ve buna karşı koruyucu olduğuna inanılan nazar boncuğu (temime) gibi inanış ve uygulamalarının yeniden canlandırılmasıyla, cahiliyede bunlarla iştigal ederek insanlara şifa dağıttığına inanılan ve ayrıca cinlerle iletişim ve etkileşime geçtiğine ve bu iletişim/etkileşim sonucu insanların sorunlarına çözümler bulduğuna inanılan arraf ve kâhinlerin boşluğu da “rukyeciler”le, “cinci hocalar”la, “nefesi kuvvetli üfürükçüler”le doldurulacaktı. Mekke müşriklerinin Rasulullah (a.s.)’a düşmanca bakışlarını konu edinen Kalem Sûresi 51. ayetin, bu apaçık anlamına rağmen cahiliyeden devşirilen “nazar” inancına dayanak olarak gösterilebilmiş olması ve bu ayetin “nazar ayeti” olarak literatüre geçmesi yukarıda söz konusu etmeye çalıştığımız araçsallaştırılmanın bir başka boyutunu teşkil etmiştir.

Cahiliye dönemiyle, bu inanış ve uygulamaların yeniden canlandırıldığı yeni dönem arasındaki tek fark, yeni dönemde tüm bu işlerin nesneleştirilen Kur’an ayetleriyle yapılıyor olmasıydı. Gayb âleminin bilgisi ancak kendisine has olan ve sebepler âlemi üzerinde kendisinden başka tasarruf sahibi olmayan Rabbimiz Kitab-ı Keriminde insanlara, gayb ve sebepler âlemiyle ilgili hususlarda tüm endişe ve korkulardan, hasedcilerin hasedinden,  düğümlere üfleyip spekülasyon ve sansasyonlar yaymakla insanlar arasına fitne-fesad sokmaya gayret edenlerin şerrinden, insi ve cinni vesvesecilerin vesvesesinden ancak kendisine sığınmalarını öğretirken, söz konusu süreçte tıpkı cahiliyenin arrafları, kâhinleri gibi “sığınaklar” peydahlanmış, insanlara bilgi ve kudret sınırlarını aşan bu alanlarda kendileri gibi âciz varlıklara ve onların karaladıkları nüshalara (muska), okuyup üfleme seanslarına değil, yalnız ve yalnız Allah’a sığınmayı öğreten Kur’an da ne yazık ki bu işler için araçsallaştırılmıştır.

Müslüman toplumların tarihsel süreçte bu alanda Kur’an ikliminden nasıl fersah fersah uzaklaştıkları ve İslam öncesi cahiliye kültürlerinin etkisi altına girdikleri konusunda, Hatice K. Arpaguş’un “Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları” kitabıyla, Nimet Elif Uluğ’un “Osmanlı’da Batıl İtikatlar ve Büyü” kitaplarında verilen ibretlik bilgilere bakmak yeterlidir. Bu kitaplardan Osmanlı İstanbulunda şifa arayan insanlara okuyup üflemek ve muska yazmak için dükkan açan ve bu meşgaleden elde ettikleri kazançlarından devlete vergi veren muskacı hocaların varlığından ve ayrıca İstanbul’da yan yana yaşayan kimi Müslümanların papaz büyüsünden, kimi Hıristiyanların hocaların okuyup üflemesinden, kimi Yahudilerin ise papazların nefesinden medet umar halde olduklarını öğreniyoruz.

Bugün, yaşadığımız coğrafyada “cinci hoca”, “üfürükçü”, “medyum” gibi nitelemelerle ifade edilen bir sınıfın varlığı ve psikolojik-fizyolojik ve hatta ekonomik çeşitli sorunlarına bu sınıf nezdinde şifa ve çözüm arayan kalabalıkların mevcudiyeti bilinmektedir. Bu alanda devasa bir parasal rantın döndüğü de. On dakikalık, on beş dakikalık okuma üfleme seanslarına veya bir muska yazımına 100TL’lik, 200 TL’lik tarifelerin uygulandığı ve böylece psikolojik, fizyolojik, ekonomik, ailevi vb sorunlar yaşayan insanların bu sorunları istismar edilerek büyük parasal rantlar elde edildiği gizli-kaçak bir durum değildir. Okuma üfleme veya muska yazımı gibi işleri parasal karşılık beklemeden sırf Allah rızası için yapanlar da vardır ki, bu da onlar açısından Allah’ın dinini doğru anlama gibi bir çaba göstermeden, atalardan devralınan dini kültürü olduğu gibi alıp yaşatmanın doğurduğu trajik bir durumu ifade etmektedir.

Yaşadığımız coğrafyada günümüzde peynir-ekmek gibi satılan kitaplar bir yanda henüz piyasaya çıkmadan, dahası henüz yazılmadan “çok satanlar” listelerinde yerleri hazırlanmış, buna göre PR’ları yapılan popüler kültür ürünleri, diğer yanda da “Duaların ve Surelerin Esrarı”, “Hastalıklar ve Şifa Ayetleri” gibi hurafenin ve din tüccarlığının zirve yaptığı karalamalar. Rabbimizin hayat rehberi ayetlerini okuyup suya üfleyip, ardından da o suyu şu veya bu uzva serpiştirmenin şifa getireceğini propaganda eden ve Rabbimizin ayetlerini tahkir etme konusunda S.Rüşdi gibi İslam düşmanlarının necis karalamalarından kesinlikle geri kalmayan “Her Bir Uzuv İçin Okunması Münasip Olan Şifa Ayetleri” gibi “cübbeli” rezilliklerin dahi on binlerce basılıp satılabildiği bir toplumsal zeminden söz ediyoruz maalesef.

Konuya Akide Penceresinden Bakmak

Bir Müslüman için akide penceresinden bakılmayacak herhangi bir konu yoktur. Burada böyle bir başlık tercihinde bulunmamızın sebebi, ele almakta olduğumuz büyü, nazar, rukye, cinlerle etkileşim konularının akide penceresi yerine, daha ziyade kişilerin kendilerinin veya tanıdıklarının yaşadığını ifade ettikleri olaylardan, sağdan-soldan işittikleri yaşanmış hikâyeler olarak ifade edilen anlatımlardan yola çıkılarak anlaşılmaya çalışılmasıdır.

Bu durum, aklıma ilk elde Bakara Sûresi 78. ayeti getirmektedir. Rabbimiz bu ayet-i kerimede, vahyin inzal olduğu dönemdeki Kitab Ehli’ni söz konusu ederek, onlardan bir kısmının ümmi olduğunu ve onların Kitab’ı bilmediklerini, onların ancak kuruntulara (emaniyye) ve zanna uyduklarını bildirmektedir.[2] İşte maalesef günümüzün Kitab Ehli’nin durumu da bu şekildedir. Kitab’ın bilgsini edinmek ve her şeye Kitab’ın penceresinden bakmak yerine, kuruntular, anlatılar ve zanlarla oluşturulan inanışlar ve bunlar üzerine bina edilen pratikler…

İşte söz konusu ettiğimiz konular, insanlarınçoğunun el-Kitab’ın öğrettiği tevhid akidesi ekseni yerine, manipüle edilmeye son derece müsait “tanıklıklar”, anlatılar ve sağda-soldan duyulan gizemli hikâyeler ekseninde algı oluşturduğu ve bu sebeple de İslam’ın temelini teşkil eden tevhid akidesi öğretisinden fersah fersah uzaklaşabildiği bir alanı ifade ediyor. İslam’ın tevhid öğretisi açısından bakıldığında, gayb ve sebepler âlemi üzerinde tasarruf sahibi olmak yalnızca Âlemlerin Rabbi’ne has olduğu için imkân dahilinde olmayan nice hususlar, insanların dilinde “yaşanmış tanıklıklar” iddiasıyla dolaşabiliyor, kendisini Müslüman olarak niteleyen birçok insan, Kur’an’ın öğrettiği akideden yola çıkarak bu tür “tanıklık” ve anlatıları değerlendirecek yerde, bunlardan yola çıkarak akide oluşturuyor!

İnşallah bu çalışma boyunca, bu konuları Kur’ani öğretiden kalkarak ele almaya ve akide çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız. Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki, baştan sona bir egemenlik öğretisi olan İslam’ın tüm mesajı, şu üç alanda tevhidi dünya görüşünü ikame etmeye yöneliktir:

  • Kozmik alanda, gayb planında ve sebepler âlemi üzerinde yegane tasarruf sahibi Âlemlerin Rabbi Allah’tır. O’nun dışında hiçbir varlığın sebepler Âlemiüzerinde tasarruf gücü yoktur. O’nun yegane hak rabb ve ilah oluşunun anlamlarından biri budur.
  • İnsanların fert ve toplum olarak dünya hayatları üzerinde, sosyal, siyasal, ekonomik işleyiş konusunda yegane hak otorite ve hüküm mercii Âlemlerin Rabbi Allah’tır.
  • İnsanların dünyadaki hayatlarının hesabının sorulacağı ve bunun neticesinde karşılık bulacakları Hesap Günü’nde yegane söz sahibi, otorite (maliki yevm’id din) Âlemlerin Rabbi Allah’tır.

İnsanlık tarihi boyunca ortaya çıkan şirk inanışları ve pratikleri hep bu üç alandaki tevhid öğretisinden sapmaların neticesi olmuştur. İnsanlık tarihi boyunca yaygın ve toplumlar üzerinde etkili inanışlar olarak yaşatıla gelmiş olan, herhangi bir kimsenin bir başkasına büyü ve nazar yoluyla gaybi anlamda etkide bulunabilmesi, muska ile şifa arama, cinlerle etkileşim gibi konulardaki mevcut Kur’an dışı inanışların temelinde de, ilk maddede ifade etmeye çalıştığımız akidevi ölçünün göz ardı edilmesi yatmaktadır.

Gaybi anlamda ve sebepler Âlemi üzerinde tasarrufta bulunmanın ancak Rabbimize has bir rablik ve ilahlık vasfı olduğunu, bu tür bir tasarrufta bulunabimek için herhangi bir varlığın, Rabbimizin el-Âlîm, el-Habîr, El-Kâdir, Es-Semi’, El-Basîr gibi kemal sıfatlarına sahip olması gerektiğini ve bunun da söz konusu olamayacağını bilen bir Müslümanın bu konularla ilgili yaklaşımı doğal olarak Kur’ani akide çerçevesinde olacaktır.

[1] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler,  Özgün Yayınları, Sh. 17-25

[2] “Onlardan bir kısmı ümmidir. Kitabı bilmezler; (bildikleri) bir sürü asılsız şeylerden başkası değildir ve onlar yalnızca zannederler.” (Bakara, 2/78)

(Not: Konuyla ilgili uzun soluklu olarak düşünülen bir yazı serisinin ilki olan bu makale, İktibas Dergisi’nin Aralık 2018 sayısında yayınlanmıştır.)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN