MUHAFAZAKÂR CENAHTA YÜKSELEN TREND: LAİKLİKTEN LAİKLİK BEĞENMEK

Şükrü HÜSEYİNOĞLU

07-07-2018 18:32


Türkiye’deki İslami çevrelerin önemli bir kısmının Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) angaje olması ve onun üzerinden giderek sisteme entegrasyon sürecine girmelerinin temelinde, AKP ile bilikte yaşanan değişimin mahiyetini doğru algılayamama sorunu yatmaktadır. Yaşanan değişimlerin nihayetinde sistem içi ve daha açık olarak ifade etmek gerekirse “laiklik içi” değişimler/düzenlemeler olduğu gerçeği kavranamadığından, olup-bitene gereğinden fazla anlamlar yüklenmekte ve böylece esastan uzaklaşılarak füruda yoğunlaşılmakta, parça değişimlere meftun olunurken bütüne dair asla yitirilmemesi gereken akidevi duruş zayi edilmektedir.

Dikkatli okurlar hatırlayacaktır, degimizin Mart sayısında yayınlanan “Yeni Türkiye’de ‘Eski Türkiye’leşme Temayülleri” başlıklı yazımızda söz konusu sistem içi/laiklik içi değişimin mahiyetine kısaca değinmiş ve bu konuda eski milletvekili Merve Kavakçı’nın bir gazetede yayınlanan CHP “İngiltere’de Olsa Ne Yapacak?” başlıklı makalesinden alıntı yapmıştık. Bir bölümünü hatırlayalım: “Yola ya insanı mağdur eden laiklik anlayışına sarılarak devam edecektik ve suları geri akıtmaya çalıştığımızca ilerleyecektik, ki bu tam tersi bir gerileme olacaktı. Ya da akıntıya karşı mücadeleyi bırakacak; aklın, vicdanın yolunu tutacak ve laikliğimizi yeniden şekillendirecektik. Siyaset makinesi, Allah’tan sonunda ikincisini seçti. Bu model tutucu Avrupa’nınkinden çok Anglo Sakson geleneğine geçiş anlamına gelir…”[1]

ABD’de uzun bir süre yaşamış ve sonrasında Türkiye’ye gelip 28 Şubat’ın hüküm sürdüğü bir dönemde Fazilet Partisi (FP)’den milletvekili seçilip, jakoben laikliğin hışmını bizzat yaşamış bir isim olan Merve Kavakçı’nın, ABD tecrübesinden Anglo-Sakson laikliği, Türkiye’deki 28 Şubat tecrübesinden ise jakoben laikliği ve aralarındaki farkları iyi bildiği anlaşılıyor. İşte Türkiye’deki İslami çevrelerin, 28 Şubat ve sonrasındaki AKP dönemini değerlendirirken meseleyi bu şekildeki kendi bağlamı ve çerçevesinde algılamak/kavramak yerine, olan bitene aşırı anlamlar yüklemesi; rejim değişikliği ve İslamlaşma gibi beklentilere girmesine yol açmıştır. Bu da özgün-bağmsız İslami duruş ve konumların terk edilerek AKP ve onun üzerinden, 1960’lı yılların ortalarından itibaren adım adım ayrışılan sisteme yeniden entegre olma sonucunu doğurmuştur.

Geçtiğimiz ay içinde iki genç Yeni Şafak yazarı bu konuda tabir yerindeyse taşı gediğine koyan makaleler yayınladılar. Bizim yıllardır Türkiyeli Müslümanlara “Durun, bu cadde çıkmaz sokak, olup-biten tahayyül ettiğiniz ve kendinizi kaptırdığınız mahiyette şeyler değil, sistem içi, laiklik içi bir değişim yaşanıyor. Nöbet yerlerinizi, özgün-bağımsız İslami konumunuzu terk etmeyin!” deyip durduğumuz ve fakat artık bu yalın gerçeği yakın zamanın muvahhid öncülerine bile anlatamadığımız hususları gayet açık olarak dile getirdiler.

Bunlardan ilki gazetenin İslam coğrafyasına dair yerinden ve öğretici bilgiler aktaran ve özgün yorumlarla okuyucuya ufak açan yazarı Taha Kılınç’a ait “Dindar Laiklik” başlıklı makaleydi. Makalesinde AKP öncesi Türkiye ve Nahda öncesi Tunus'taki jakoben laikliğe karşı Fas ve Mısır modelini anlatan Kılınç, isim vermeden yeni Türkiye'deki sistemi de özetlemiş oluyordu. Birlikte okuyalım:

"İslâm dünyasındaki laiklik tecrübesi sadece yasakçı, jakoben laiklik biçiminde tezahür etmedi. Tunus ve Türkiye örneklerinin aksine Fas ve Mısır’da da laik rejimler oluşturuldu. Ama “dinle barışık” bir laiklikti bu. İslâm görünürde mevcuttu, hayatın her alanında çeşitli tezahürleriyle arz-ı endam ediyordu; fakat bazı kritik alanlara din kesinlikle sokulmuyordu. İşin garibi, halkın geneli de zamanla bu duruma rıza olur hale gelmişti. Dinin, sosyal hayatın her alanında ayan-beyan görünürken, girmeye müsaade alamadığı yerler şunlardı: Dış politika, ekonomi ve devlet yönetimi."[2]

Aslında Taha Kılınç’ın Fas ve Mısır’la örneklediği bu model, Anglo-Sakson laisizminden başka bir şey değildi ve AKP ile birlikte Türkiye’de esas alınan, geçiş süreci yaşanılan model de bu idi. Kısacası Türkiye’de yaşanan değişim süreci nihayetinde “laiklik içi” bir değişimdi ve olan-biten; jakoben laiklikten Anglo-Sakson laikliğe geçme çabasından ibaretti. Bu minvalde bir değişim ve dönüşümün Müslümanlar açısından razı ve taraf olunacak bir süreç olmadığı ise açıktır. Zira bir Müslümanın rızası, Âlemlerin Rabbi’nin rızasına bağlıdır. Rabbimizin razı olmadığı ve olmayacağı bir neticeden Müslümanın razı olması, ubudiyetle bağdaşmaz.

Faruk Aksoy da aynı şekilde Türkiye’deki değişim sürecinden söz ettiği yazısında “Türkiye, Koreleşmeyi, Korelileşmeyi kabul etmiştir, Türkiye, Kore gibi olmak için çalışacağını beyan etmiştir, bunu iktidarıyla, muhalefetiyle yapmıştır, büyük uzlaşı için tek şartının “refah düzeyinin artırılması” olduğu notunu da düşmüştür, Türkiye’nin, küresel sistemden “zenginleşme dışında” dişe dokunur bir talebi olmamıştır, bana kalırsa yeni dönem için ara yol bulunmuştur. Gönüllü temsilcilik modeli uygulanacak, sen dayatmayacaksın da, ben gönüllü olarak sana dönüşeceğim…” ifadelerini kullanarak şu nihai tesbiti yapıyordu: "Türkiye'de herkes herkesle anlaşmış, dayatılan Batıcılıktan damıtılan Batıcılığa gönüllü geçiş tamamlanmıştır.”[3]

Görüldüğü üzere Türkiye’de son 16 yılda ne olup bittiğini İslami kesimler çoğunlukla halen doğru kavramamış olsalar da, olan-biteni doğru algılayan ve bunu da ya Merve Kavakçı gibi pozitif, ya da Taha Kılınç ve Faruk Aksoy gibi nötr ifadelerle dile getiren, muhafazakâr medya organlarında köşe sahibi yazarlar söz konusudur.

Seçim Yarışı Mı, Laiklik Yarışı mı?

Bu konuyu müstakilen gündeme getirmemizin sebebi ise, seçim kampanyaları sürecinde kendisini şu veya bu oranda “dindarlıkla” irtibatlandıran siyasi partilerin adeta laiklik yarışı içerisine girmiş olmalarıdır. Biiznillah bu yazımız İktibas’ta yayınlandığında 24 Haziran seçimleri olmuş bitmiş olacaktır. Sel giden kum kalır misâli, bizim penceremizden geriye kalan ise; artık laiklik kısmının da ötesinde Atatürkçülük alıştırmaları yapan AKP’sinden (nitekim bu seçim kampanyalarında iktidar partisinin “milletin adamları” listesine daha önce yer verilmeyen M. Kemal hem de ilk sıradan hızlı bir giriş yaptı), “Vizyonumuz İngiltere tipi laiklik” açıklaması yapan Saadet Partisi (SP)’sine ve “Devletin her dine eşit mesafede olduğu bir laiklik”ten söz eden Hüda-Par’ına kadar, laiklik söyleminin enteresan bir şekilde öne çıkarılmışlığı olacaktır.

2011 yılındaki Mısır ziyaretinde yaptığı konuşmada ve geçtiğimiz yıl (Şubat 2017) Arabistan ziyaretinde El Arabiya kanalına verdiği mülakatta bütün İslam coğrafyasına laiklik tavsiyesinde bulunan bir liderin başkanlık ettiği iktidar partisi için bu durum artık sıradanlaşmış olmakla birlikte SP ve Hüda-Par’ın bu seçim kampanyası döneminde “durduk yerde” laiklik vurgusu yapmaları üzerinde durulması gereken bir husus. Her ne kadar daha öncelerde Milli Görüş partilerinin kurucu fikri lideri Erbakan’ın da laiklikle ilgili vurguları söz konusu olmuşsa da, bu kez dile getirilen söylemin hem “İngiltere tipi laiklik” denilerek çerçevesinin net çizilmesi, hem de “partinin vizyonu” olarak merkezi bir yere konulması açısından dikkat çekici.

SP Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, İngiliz The Guardian gazetesine verdiği mülakatta, partilerinin vizyonunun, din ve devletin barış içinde bir arada var olabileceği İngiltere tarzı bir laiklik olduğunu söylüyor ve bu açıklama partinin yayın organı olarak bilinen Milli Gazete’de sahiplenilerek yayınlanıyor.[4] Bu durum da, “İngiliz tipi laiklik” çıkışının, şahsi bir çıkıştan öte SP çevresinde kabullenilmişliğini gösteriyor.

Karamollaoğlu’nun “İngiltere tipi” şeklinde tanımladığı ve sahiplendiği Anglo-Sakson laikliği açılım olarak da “din ve devletin barış içinde bir arada var olabileceği” bir model olarak nitelemesi yerindedir. Ve bu tür bir laiklik anlayışı, evet bir bireysel vicdan meselesi ve mabed dinine indirgenmiş olan muharref Hıristiyanlık söz konusu olduğunda mümkün ve işlevseldir. Peki bütüncül bir hayat nizamı olan İslam söz konusu olduğunda?

Nihayetinde asli haliyle din de devlet de hükümranlık iddiasındaki iki mefhum olduklarına göre, bu iki hükümranlık iddiası barış içinde nasıl bir arada yaşayacaklardır? Bunun tek yolu vardır, o da ikisinden birinin hükümranlık iddiasından vaz geçerek yekdiğerine teslim ve tâbi olmasıdır. İşte Anglo-Sakson laiklik, dinin seküler devlet karşısında hükümranlık iddiasından vazgeçerek ona teslim ve tâbi olması ve buna karşılık devletin de lütfederek ona birey ve toplum hayatının belli alanlarında hayat hakkı tanımasından ibarettir. Yeryüzünde fitnenin ortadan kaldırılıp, Allah’ın sözünün/ahkâmının hâkim kılınması gibi bir iddianın sahibi olan tevhid dini İslam’ın bu tür bir “barışa” asla yanaşmayacağı ise izahtan varestedir.

Hüda-Par Genel Başkanı Mehmet Yavuz’un, Habertürk kanalında dile getirdiği “Bir kavram müphem bırakıldığında istismarlar yaşanılıyor, insanların kıyafetleri ile bir millete vakit ve nakit kaybettirildi. Devlet her dine eşit mesafede olmalıdır. Özgürlüklerin önüne ket vurulmazsa sorun olmayacak zaten.”[5] ifadeleri de, apaçık bir şirk ve tuğyan ideolojisi olan laikliğe kırpılan bir göz olarak tarihe geçti. Bu açıklamada da kendisini gösteren temel sorun, bütüncül bir hayat nizamı ve dolayısıyla hükümranlık iddiasına sahip yegâne hak din olan İslam’ın mahiyetini kavramaktan uzak bir yaklaşımdır.

Meseleyi “özgürlükler” düzeyine indirgeyen ve “devletin her dine eşit mesafede olmasından” söz eden (ki bu ifade devletin hakla bâtıla, tevhidle şirke, faizle zekâta vs aynı mesafede olması, doğrulukla yanlışlık arasında tarafsız kalması demektir pratik anlamı itibariyle) bir yaklaşım, neticede laiklik tuğyanıyla uzlaşma arayışı içine girmiş olmanın ifadesidir.

Görüldüğü üzere siyaset sahnesindeki muhafazakâr kesimlerde, baskıcı despot jakoben laikliğe karşı, görece özgürlükçü Anglo-Sakson laikliğe sığınma trendi, maalesef yükselen bir trend olarak karşımıza çıkmaktadır. Her şartta hakka tâbi olmak gibi, dünya ve âhiret saadetinin alternatifsiz tek yolu olan bir seçenek varken, bâtıldan bâtıl beğenmek, laiklikten laiklik seçmek ne büyük bir ziyandır.

Bu durum karşısında yapabileceğimiz tek şey, yanlışını görüp hakka talip olabilecekler için Rabbimizin zamanlar ve mekânlar üstü ikazını hatırlatmak olacaktır:

“Onların dinlerine uymadıkça yahudiler ve hıristiyanlar senden memnun olmazlar. De ki: ‘Gerçek yol gösterme Allah'ın yol göstermesidir.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına uyarsan Allah'tan sana ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulabilirsin.” (Bakara, 2/120)

“Sana da Kitab'ı, hak ile, kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onların üzerine şahit olarak indirdik. Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına uyma…” (Mâide, 5/48)

Selam, hidâyete (Allah’ın yol göstermesine) tâbi olanlaradır…

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Temmuz sayısında yayınlanmıştır.)


[1] Merve Kavakçı, CHP İngiltere’de Olsa Ne Yapacak?, 1 Ağustos 2017 tarihli Yeni Akit Gazetesi

[2] Taha Kılınç, Dindar Laiklik, 9 Mayıs 2018, Yeni Şafak Gazetesi

[3] Faruk Aksoy, Aydın Doğan Koreli Kovboyları Tanımaz, 31 Mayıs 2108, Yeni Şafak Gazetesi 

[4] Milli Gazete, 19 Haziran 2018, https://www.milligazete.com.tr/haber/1563643/karamollaoglunun-guardian-roportaji-carpitildi-abd-ile-stratejik-ortaklik-birakilacak

[5] İslam ve Hayat, 5 Haziran 2018, http://islamvehayat.com/huda-par-da-laiklige-goz-kirpti_d13148.html

YORUMLAR
  • Muradi   09-07-2018 02:16

    Laiklik insanlara birbirlerinin üzerinde egemenlik kurma hakkı veriyor. Bu şekilde iktidara geçenler, yönettikleri halk kitleleri üzerinde ilahlık yapma durumuna yükseldikleri için, İslam'ın insanları Allah'tan başkalarına kulluk yapmama(tevhid)şiarını unutturmak için laikliği ön plana çıkarmak zorundadırlar. Aksi takdirde kula kulluk üzerine kurulmuş politikaları zarar görür. Ve hem küresel emperyalizmin hem de yerel emperyalizmin ağababaları tarafından suçlu durumuna düşürülürler!

Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN