GÜNCEL SURİYE VE GAZZE DERSLERİ

Şükrü HÜSEYİNOĞLU

12-02-2025 14:50


Suriye’de laik Baas diktasının halka yönelik zulmünün ayyuka çıktığı süreçte “İzzeti Âlemlerin Rabbi Yerine Suriye Kralının Yanında Aramak” başlıklı bir makale kaleme almıştım.[1] İbn Haldun’un “Geçmiş geleceğe, suyun suya benzediği kadar benzer” sözünde dile getirdiği acı bir hakikate, tarihten bir ibretlik olayın tanıklığında vurgu yapmaya çalıştığım, özellikle İran’ın Suriye politikasını söz konusu ibretlik olay üzerinden değerlendirmeye çalıştığım bir makale… Öncesinde kaleme aldığım “İzzeti Baas’ın ve Baasçıların Yanında Aramak” başlıklı makalenin[2] devam niteliğinde bir makale...

“İzzeti Âlemlerin Rabbi Yerine Suriye Kralının Yanında Aramak” başlıklı makalede şu hususlara vurgu yapmışız: “Tarih tekerrürden ibarettir” sözü, insanlık tarihini çok özlü ve hikmetli şekilde özetlemektedir. Kur’an şairi Mehmed Akif’in dizeleri, bu durumun altını çizdiği gibi sebebini de ifade etmektedir:

“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! / Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? / Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar; / Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”

Evet, insanlar geçmişten ders almış, kıssalardan hisse çıkarmış olsaydı aynı yanlışlara düşmez, aynı aldanışlara düçar olmaz, tarih boyunca aynı delikten iki değil binlerce kez ısırılmazlardı. Ve bu kısır döngü kadim zamanlardan bugüne böylece sürüp gitmezdi.

Bugün, “İslam coğrafyasının ve bu coğrafyanın insanları olarak bizlerin içerisinde bulunduğumuz apaçık zillet halinin temel sebebi nedir” diye sorulsa, şahsen cevabım “Dünya çapında kendisini İslam’a nisbet edenlerin çoğunluğunun; gerek fert, gerek cemaat ve gerekse İran örneğinde olduğu gibi devlet olarak, izzeti Âlemlerin Rabbi yerine farklı güç odaklarının yanında araması ve böylece hem kendilerini, hem de bütün bir coğrafyayı yabancı güçlerin hareket alanına açmaları ve zillete düçar kılmalarıdır” şeklinde olur.

Öyle zannediyorum ki, meselelerin az çok farkında olan tüm Müslümanların bu noktadaki cevabı ortak olacaktır.

Nitekim, Suriye halkının yarım asırlık laik diktaya karşı başkaldırısı sürecinde Suriye halkının değil, sözüm ona “direniş cephesi” argümanını öne sürerek laik diktanın yanında yer almayı tercih eden İran’ın karşı hamleleri ve Suriye halkının yanında yer almakla birlikte ABD gibi küresel küfür güçleriyle birlikte bölgeye müdahale görüntüsü veren (Türkiye ve Batılı emperyalist güçlerin teşkil ettiği“Suriye’nin Dostları” (!) organizasyon ve aktivitelerini hatırlayalım) Türkiye’nin söz konusu başkaldırının doğal zemin ve sürecinden uzaklaşmasındaki etkileri de, temelde hep izzeti Âlemlerin Rabbi yerine başkalarının yanında arama yanlışının sonuçları olmuştur.

Konuyla ilgili olarak İran’ın ve İran’ın pozisyonuna göre tarafını belirleyen kesimlerin Suriye’de yaşananlarla ilgili tutumunu eleştirmek için 2012 Temmuz’unda kaleme almış olduğum “İzzeti Baas’ın ve Baasçıların Yanında Aramak” başlıklı yazıda da bu duruma değinmiştim.

Tarihe göz attığımızda görüyoruz ki, izzeti Âlemlerin Rabbi yerine başkalarının yanında, Mehmet Pamak ağabeyin deyimiyle yanlış yerde arama sorunu sadece bugünün değil, insanlık tarihi boyunca tüm insanlığın temel sorunudur.

Bu sorun, topluluk ve siyasi güçlerin siyasi tercihleri (siyasi tercih kavramının akide ile kopmaz, koparılamaz bağını vurgulamamıza gerek var mı bilmiyorum) ile sınırlı bir sorun da değildir. Fertlerin ve en küçük toplumsal organizasyon olarak ailelerin hayatın her alanıyla ilgili tercihlerinde izzeti, başarıyı, mutluluğu, üstünlüğü ne olarak görüp nerede aradığı da bu çerçevede değerlendirilmesi gereken önemli konulardır.

İzzeti Yüce Allah’ın yanında (O’nun vazettiği ölçülere ittiba, O’nun sevilmesini istediklerini sevmek, buğz edilmesini beyan buyurduklarına buğz etmek, beri olunmasını istediklerinden beri olup, velayet bağıyla birliktelik kurulmasını emrettikleriyle birbirine veli olmak) değil de, farklı güç odaklarının yanında aramanın, tarih boyu tekerrür eden ve bugün de içerisinde bulunulan en temel sorun olduğunu ifade etmiştik.

İşte yazımızın başlığı da, böyle bir tarihsel kesiti ifade ediyor. Mevcut Tevrat’ın “Tarihler” bölümünde anlatılan bu tarih kesitini, Mevdudi’nin Tefhimu’l Kur’an adlı tefsirinde verdiği özetle birlikte okuyalım:

“Süleyman Peygamber’in ölümünden sonra İsrailoğulları ikiye bölündü: Merkezi Kudüs’te olan Yahuda Krallığı ve merkezi Samarra’da olan İsrail Krallığı. İki krallık çoğunlukla birbirleriyle savaş halinde olduğu için Yahuda Kralı Asa, Yahuda’ya saldıran İsrail Kralı Baasha’ya karşı Suriye Kralı Ben-Hadad’dan yardım istedi. O zaman Peygamber Hanani, ezeli ve ebedi olan Allah yerine Suriye kralına güvendiği için Kral Asa’yı suçladı. Asa, Peygamberin bu tavsiyesine o kadar kızdı ki, onu bir hapishaneye kapattı.”[3]

Bugün yerelde ve küreselde, gerek fiili çatışma alanlarında, gerekse siyasi-ideolojik (akidevi) çatışma alanlarında izzeti Âlemlerin Rabbi yerine başka güç odaklarının yanında arayanlar, Âlemlerin Rabbi’nin hükümlerinin hâkimiyeti yerine, laik sistemin laik “sivil anayasa”sı için ter döküp kalem oynatmaya başlayanlar ve bu sapmalar karşısında söz söyleyen, iyiliği emr, kötülükten nehy sorumluluğunu yerine getirmeye çalışan muvahhidleri Yahuda Kralı Asa örneğinde olduğu gibi fiilen değilse de dışlayıp sözüm ona, marjinalize ederek etkisiz kılmaya çalışanlar, hangi tarihi tekerrür ettirdiklerini sorgulamalı ve Hesap Günü için dönülmez anı ifade eden ölüm gelip çatmadan hallerini gözden geçirmeyi başarmalıdırlar.

“Kim izzet istiyorsa bilsin ki, izzetin tamamı Allah’a aittir…” (Fâtır, 35/10)

Konuyla ilgili önceki iki makalemizin bugün gelinen noktada ortaya çıkmış olan neticelerle ilgili tanıklığına başvurmayı faydalı gördüğümüz için makale arşivine göz attığımızda, Suriye sürecinde yaşananları İslam’ın bize kazandırmayı amaçladığı adil şahitlik yükümlülüğü açısından değerlendirme hususunda birçok makale kaleme almış olduğumuzu bir kez daha gördük ve içerik olarak da bugün bizi mahcup etmeyen bir tanıklığa tekabül ettiğini müşahede ettik. Elhamdulillah.

Asabiyet (kör taraftarlık) yerine adaleti esas almanın, adaleti ikame eksenli duruş ve yaklaşım sahibi olmanın (ki bu, az önce ifade ettiğimiz gibi İslam’ın bizden istediği temel bir yükümlülüktür) fert ve topluluklara dünyada da ahirette de kazandıracağında kuşku yoktur. Adalet yerine asabiyet üzere davranmanın da aksi neticeyi doğuracağı, dünyada zillet, ahirette ziyan sebep olacağı aşikârdır.

“İslam Cumhuriyeti” olma iddiasına rağmen, süreçte Suriye sahasında tam anlamıyla bir ulus-devlet pragmatizmiyle davranan İran’ın, izzeti Âlemlerin Rabbi’nin yanında, O’nun Kitab-ı Kerim’de vazettiği öğreti ve ölçülere ittibada aramak yerine tıpkı milat öncesi dönemde yaşamış Yahuda Kralı Asa misali “Suriye kralının” yanında arama tercihi, 8 Aralık 2024 günü itibariyle hüsranla neticelenmiş bulunuyor. Bu neticenin hak edilmiş bir hüsran olduğunu belirtmekte fayda görmekteyiz.

Türkiye’nin Gazze’deki Kıble Krizi

Bir asır öncesinde bâtıl Batı’dan “kes, kopyala, yapıştır” usulüyle alınıp dipçik zoruyla dayatılmış olan laisizm tuğyanıyla malul olan bir ülkeyi “kıble” mefhumuyla ilzam etmek ve dahası “kıble krizi” argümanıyla yargılamak bazı okurlara şaşırtıcı gelebilir. Lakin unutmayalım ki, kıble yalnızca İslam’ın kıblesinden ibaret bir mefhum değildir. Tıpkı “hak din” ve “bâtıl dinler” tanımında olduğu gibi, “hak kıble” ve “bâtıl kıbleler” söz konusudur. Nitekim kıblesiz bir fert ve toplum yoktur, olamaz.

“Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Bakara, 2/148)

Evet, bu memleketin kıblesi bir asır önce dipçik zoruyla değiştirilmiştir. Hak olan kıbleden kala kala yalnızca camilerde yönelinen kıble, namazı zayi etmeyen insanların namaz esnasındaki yönelimleri kalmıştır. Siyaset, iktisat, eğitim-öğretim alanlarında keskin bir kıble değişimi gerçekleştirilmiş, “Lâ garbiyye lâ şarkiyye, İslamiyye İslamiyye” şiar ve yönelimi terk edilerek, garbın uydusu olma zilletini izzet olarak pazarlayan bir garpzedelikle, onların insan hevasını esas alan bâtıl kıblesine yönelinmiştir.

Bu acı ve açık gerçeğe rağmen, 1950’de fiilen başlatılan çok partili sistem sürecinde jakoben laikliğe karşı ılımlı Anglo-Sakson laikliğinin temsilcileri olarak konumlanan Demokrat parti ve sonraki türevleri, halk nezdinde mevcut rejime İslami bir anlam kazandırma çabası içinde olmuştur ki, son 23 yılda sıkça dillendirilen “İslam’ın kalesi” argümanı bu çabaların bir misalini teşkil etmektedir. Aynı zamanda hem NATO’nun hem de İslam’ın kalesi olmayı başaran (!) bir ülkenin küresel tuğyanizm tarafından “bölgenin rol model ülkesi” olarak konumlandırılması şaşırtıcı değildir. Aynı zamanda hem NATO’nun hem de İslam’ın kalesi olma iddiasının ne büyük bir kıble krizine tekabül ettiği ise aşikârdır.

Bir asırlık “kıble irtidatı” ve son 75 yılı itibariyle de derin bir kıble kriziyle malul olan bu memleketin söz konusu krizi her alanda kendisini göstermektedir. Gazze’de 15 ay süren siyonazi soykırım ve işgal girişimi süreci bu krizin ibretamiz şekilde müşahhaslaştığı bir süreç oldu.

Türkiye’nin mevcut yöneticileri, siyonazi çetesinin Batı Şeria ve hassaten Mescid-i Aksa’ya saldırılarını yoğunlaştırdığı bir dönemde, 7 Ekim 2023 günü yaşanan “Aksa Tufanı”nın hemen birkaç hafta öncesinde siyonazi çetesinin şefi Netanyahu ile New York’taki Türkevi’nde buluşuyor ve bu buluşmada karşılıklı ziyaretlerin gerçekleştirilmesi ve Doğu Akdeniz’deki doğalgaz kaynaklarının siyonazi çetesi adına Türkiye üzerinden Avrupa’ya pazarlanması planları yapılıyordu. Tabi bu planın, komşunun evini soymaya gelen hırsızla soygun ortaklığından başka bir anlama gelmediği aşikârdı. Zira üzerinde pazarlık ve plan yapılan doğalgaz, Filistin halkının gasbedilmiş kaynaklarından başkası değildi. Bu buluşma gerçekleşirken, Batı Şeria’da Nablus şehri işgal buldozerleri ve hava saldırılarıyla yerle bir ediliyor, onlarca Filistinli genç katlediliyordu.

Bu gelişmeler yaşanırken bu duruma muhalefetini net ve sert şekilde dile getiren yayın organı İktibas dergimiz olmuştu. İktibas’ın Ekim 2023 sayısının manşeti “One Minute’tan Filistin Gazının Gasbında Suç Ortaklığına” şeklindeydi. Manşet yazısında, Filistin direnişinin bu suç ortaklığı girişimine tepkisi şu şekilde ifade ediliyordu:

“Konuyla ilgili Filistin direnişinin yaklaşımı ise gasba ve gasba ortaklık tutumuna yönelik açık bir muhalefeti ifade ediyor. HAMAS liderlerinden Musa Ebu Merzuk, bir toplantıya katılmak için bulunduğu Türkiye’de konuyla ilgili olarak bir gazeteye verdiği demeçte “Biz ilke olarak İsrail’le yürütülen ilişkilere karşıyız. Gaz meselesine gelince, gaz bizim gazımız. İsrail tarafından çalınan ve gasbedilen bir gaz söz konusu” ifadeleriyle tutumlarını bir kez daha dile getirmiş oldu.”

Siyonazi çetesinin Gazze sınırlarına konuşlandırılmış olan işgal güçlerini hedef alan ve onları gafil avlayan Aksa Tufanı harekâtı karşısında yaşadığı büyük mağlubiyeti örtmek için Gazze’ye yönelik olarak aynı günün akşam saatlerinde insanlık tarihinin tanıklık etmediği vahşilikte bir soykırım saldırısı başlatıldı. Bu soykırım saldırıları geçtiğimiz ay (19 Ocak 2025 günü) ateşkes anlaşmasının yürürlüğe girmesine kadar aralıksız olarak 471 gün sürdü ve geride üçte ikisi çocuk ve kadın olmak üzere en az 60 bin maktul, uzuvlarını kaybetmiş binlerce mazlum, binlerce yetim ve enkaza dönen bir Gazze şeridi bıraktı.

Böyle bir tabloda zafer kazanan tarafın Gazze olması ise, imanın küfre, mânânın maddeye, kanın kılıca galip geldiği muhteşem bir direniş destanını tarihe altın harflerle kaydetmek demekti. Ve bu destan, salt Gazze’nin izzet sahibi mücahidlerinin yazdığı bir destan olmaktan öte, kadınından çocuğuna, yaşlısına tüm izzetli Gazze halkının ortak destanı özelliği taşımaktadır. Elhamdulillah.

İki hafta öncesinde siyonazi şefiyle buluşup Filistin gazının gasbında ve pazarlanmasında ortaklık görüşmeleri yapan Türkiye yöneticileri, Gazze’ye yönelik siyonazi soykırım saldırıları başladığında bu vahşete tepkisiz kalamadılar. Giderek sertleşen üslupla 471 gün boyunca tepkilerini dile getirdiler, Filistin dâvâsının ana taşıyıcı direği konumundaki Hamas’ın küresel çapta “terör örgütü” olarak etiketlenip linç edilmeye çalışıldığı bu süreçte Hamas’a sahip çıktılar, terör örgütü değil, işgale karşı savaş gibi haklı bir dâvâsı olan direniş örgütü olduğunu ifade ettiler.

Lakin aynı süreçte siyonazi çetesiyle diplomatik ve ticari ilişkileri, süreçte düzeyi değişse de devam ettirmekten geri durmadılar. 7 Ekim 2023 - 31 Mart 2023 tarihleri arasında demir-çelik, akaryakıt gibi stratejik ürünler başta olmak üzere kanlı ticaret tüm hızıyla devam ettirilirken, tepkilere karşı “Bizim gönderdiğimiz ürünler Filistin’e gidiyor” şeklinde insanları aptal yerine koyan açıklamalar yaparak süreci yönetmeye çalıştılar. Ne zamanki 31 Mart yerel seçimlerinde büyük bir hezimet yaşayınca ve araştırmalar bu hezimetin başat sebeplerinden birinin siyonazi çetesiyle sürdürülen kanlı ticaret olduğuna işaret edince kanlı ticareti sınırlamaya yönelik adımlar atmaya başladılar.

Tabi bizim “sınırlama” dediğimiz kararlar, yöneticiler ve iliştirilmiş medya organlarınca “ticaretin sona erdirilmesi” şeklinde propaganda edildi. Oysa bunun böyle olmadığı, Bakü-Ceyhan hattından soykırım saldırılarının sonuna kadar ve halen siyonazi çetesine akmaya devam eden kanlı Azeri petrolünün varlığı ve varil başına 1 dolar 27 cent komisyon karşılığı bu kanlı ticarete ortaklık edildiği gerçeğiyle apaçık aşikârdı.

Nihayetinde Gazze’nin gencinden yaşlısına, çocuğundan kadınına ve mücahidine ortaya koyduğu gerçek anlamda destansı direniş neticesinde siyonazi çetesi yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. Gazze bir kez daha Allah’a dayanarak, Allah için sebat edip direnerek kazanan taraf oldu. Zilletle izzetin farkını bir kez daha ortaya koydu. Öyle bir izzet ki, Gazze direnişi temsilcilerinin zafer konuşmalarında kendilerinden söz etmesini yağmur bekleyen kurak toprak misali bekleyen koca devletlere tanıklık ettik. Bu, izzetten pay alma isteğiydi, lakin bunun bir hakediş meselesi olduğu unutuluyordu.

Ateşkesin yürürlüğe girmesinin ardından Türkiye’nin dış ticaret bürokrasisinin tepesindeki isimden, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Başkanı Nail Olpak’tan dikkat çekici bir açıklama geldi. Olpak, “barışın kalıcı olması halinde” Türkiye'nin “İsrail” ile ticareti yeniden başlatabileceğini dile getirdi. Kısacası ateşkes kalıcı olursa Gazze’deki soykırım hiç yaşanmamış gibi, işgalci katil siyonazi çetesiyle kanlı ticareti eskisi gibi tam kapasite yeniden canlandırma iradesi deklare edilmiş oldu.

Bir tarafta Gazze’nin hak edilmiş izzetinden pay sahibi kılınma beklentisini ortaya koyan, diğer tarafta ise hak edilmiş utançta ısrar eden ucube bir yaklaşım… Tıpkı İran yönetiminin Suriye’de hak edilmiş mağlubiyetin muhasebesini yapmak ve nasuh tevbeye yönelmek yerine halen Suriye’ye yönelik kirli hesaplar peşine düşmesi misali.

Suriye’de ve Gazze’de bu gelişmeler yaşanırken, yaşadığımız coğrafyada bağımsız ve özgün bir İslami duruş yerine sözü geçen ulus-devletlere mücavir “İslamcılık” yapan kesimler, Suriye ve Gazze’de “galipler ve mağluplar” listeleri açıklamakla meşguller. Kanlı bir laik diktanın devrilmesine sevinmek yerine, İran’la birlikte bu diktanın yasını tutan bir kesim ve karşısında da İran’ın Suriye’de mağluplar safında olmasından teskin olmayıp onu ve Lübnan, Irak ve Yemen bileşenlerini Gazze’de de mağluplar çuvalına sıkıştırmaya çalışanlar, buna karşılık Türkiye’nin Suriye’deki galibiyetinden içi tam soğumayıp onu Gazze’deki galipler listesine ekleyenler…

İnternet ortamı, bu iki kesimin sert tartışmalarına sahne oluyor. Maide suresi 8. ayet ve benzeri Rabbani öğretilerin gereği olarak olup-bitene adil şahitlik ekseninde yaklaşanlara ise kulak asılmıyor. Her iki kesimde keskinleşmiş fanatizmler, adil şahitlik yükümlülüğünü canlandırmak yerine apaçık gerçekleri tekzip etme telaşıyla hareket ediyor. Bu noktada kraldan çok kralcı yönelimler kendini gösteriyor.

Bir tarafa Suriye’de gerçekleştirilmiş olan büyük mezalimi, diğer tarafa ise siyonazilerle süregiden kanlı ticareti ve kuruşu kuruşuna kanlı bir itiraf olan 1 dolar 27 centlik hak edilmiş utancın varlığını kabul ettiremiyorsunuz. Kendilerini Müslüman olarak tanımlayan ve dolayısıyla adil şahitlikle yükümlü oldukları bilincine sahip olması gereken kimi topluluklar, adalet üzere değil asabiyet üzere hareket edebiliyor, olup-bitene dair tutumlarını bu minval üzere belirleyebiliyorlar.

İran’ın Suriye’de zalimin yanında yer almış olmasını ayrı, Gazze’de siyonazi soykırım çetesinin fiilen karşısına çıkan yegâne devlet gücü olduğu gerçeğini ayrı değerlendirecek bir asgari adalet tutumunu ne İran muhiplerinde, ne de İran muarızlarında görebiliyoruz. Hakeza Türkiye’nin Suriyeli mazlumlara sahip çıkan tavrını ayrı, Gazze sürecindeki ikircikli yaklaşımını ayrı değerlendirmeyi sağlayacak adil şahitlik çabasını mumla aramak zorunda kalıyorsunuz.

İzzeti Âlemlerin yanında aramak yerine “Suriye kralı”nın yanında arama sapmasına düşerek hak edilmiş bir mağlubiyet yaşayan İran yöneticilerini bu büyük sapmalarından ötürü ilzam edip girdikleri yanlış yoldan alıkoymaya yönelik bir muhalefete muhatap kılmak yerine onların bu yanlış tercihine paydaşlık yapmak, yanlışın savunuculuk ve taraftarlığına yönelmek, kendisini Müslüman olarak addeden fert ve topluluklar için ne büyük ziyandır oysa.

Hakeza, Ebu Süfyan’ın Bedir öncesi kervanını bölgeden kaçırırken söylediği “Benim şerefim develerimin sırtında” sözü misali, şerefi amasız fakatsız olarak mazlumların yanında yer almakta görmek yerine, kanlı ticaretin araçları olan gemilerin sırtında gören ve bu talihsiz yaklaşımın neticesinde hak edilmiş bir utancı yaşamak zorunda kalanları, her şey o kadar açık şekilde ortada olduğu halde telin etmek yerine tezkiye etmeye çalışmak ne büyük ziyandır.

Bugün Müslümanlık iddiasındaki fert ve topluluklarda yaygın şekilde gözlemlenen sorunlardan biri de, yukarıdaki değinilerimizden de anlaşılacağı gibi ulus-devletlerden bağımsızlaşmayı başaramayan iliştirilmiş (embedded) yaklaşımların varlığıdır.

Oysa Müslümanın düşüncesi, sevinci ve hüznü üzerinde, Allah'ın ölçüleri dışında herhangi bir mercinin belirleyiciliği, vesayeti yoktur, olamaz. Bugün çoğunlukla insanların güncel yaklaşımlarını, neye sevinip neye üzüleceklerini şu veya bu ulus-devletin politikaları ve öncelikleri belirliyorsa burada İslami kimlik ve tutumdan söz etmek mümkün değildir.


[1] İzzeti Âlemlerin Rabbi Yerine Suriye Kralının Yanında Aramak, Venhar Haber, 7 Ağustos 2018

[2] İzzeti Baas’ın ve Baasçıların Yanında Aramak, iktibasdergisi.com, 13 Temmuz 2012

[3] Mevcut Tevrat, Tarihler - II, 16; 1-14’ten naklen: Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, Cilt 1, Sh, 80, İnsan Yayınları

(Not: Bu makale İktibas Dergisi'nin Şubat 2025 sayısında yayınlanmıştır.)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN