RABBİMİZİ, KUR’AN’DAKİ İSİM VE SIFATLARIYLA TANIMAK, BİZİ KULA KULLUĞUN HER TÜRÜNDEN KORUR

Şükrü HÜSEYİNOĞLU

15-09-2021 11:11


Temel İman İlkelerini, Kur’an’daki Esmâ İle Kavramak -VI-

Makale serimizin bir önceki bölümünde, İslam ilim geleneğince, konuyla ilgili Kur’ani beyanlar ışığında yapılmış olan Ulûhiyyet tevhidi, Rubûbiyyet tevhidi ve İsim-Sıfat tevhidi tasnifi konusuna giriş yapmış, hep birlikte Rabbimizin Mulûkiyyetini (Kozmik âlem, gayb âlemi, şuhûd âlemi ve Hesap Günü’ndeki, kısacası her alandaki şerik kabul etmeyen egemenliğini) ifade eden tevhidin bu üç nev’inden Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet tevhidi üzerinde güncelle de bağlantılı boyutlarıyla durmuş, kesiştikleri ve farklılaştıkları noktalara vurgu yapmaya çalışmıştık.

Bu bölümde ise, inşallah “İsim-Sıfat tevhidi” konusunda değinilerde bulunmaya, Rabbimizi bize tanıtan isim ve sıfatları kavramanın önemine dikkat çekmeye çalışacağız. Makalenin devamında daha ayrıntılı olarak ifade etmeye çalışacağımız gibi, Rabbimizi, kendisini bize tanıttığı isim ve sıfatlarıyla doğru tanımakla kula kulluğun, maddeye, güce tapınma zilletinin her türünden selim ve sâlim kalma imkânına kavuşmuş olacağız.

Şu gerçeği kesin olarak bilmemiz gerekir ki, Âlemlerin Rabbi Allah’ı doğru tanımak, tevhidi; O’nu doğru tanımamak (O’nu, kendisinin bildirdiği isim ve sıfatlar yerine, insan heva ve muhayyilesinin ürettiği vasıflar üzere vehmetmek) şirki netice vermektedir. Ve tevhid, insanı kula, maddeye, güce, sembollere kulluk zilletinden koruyup, yalnız Âlemlerin Rabbi’ne kulluk ile izzete kavuştururken; şirk ise insanı kula, maddeye, güce, sembollere kulluk zilletine düçar etmekte, dünyasını ve âhiretini harap ve ziyan etmektedir.

İslam’ın bütün insanlara çağrısı, her an ve alanda, kendilerini yaratıp yaşatan Allah’ı tevhid edip yalnızca O’nu tekbir etmek, itaati, kulluğu ancak O’na has kılmak, böylece birbirlerini rab edinme zilletinden kurtulmaktır. Rabbimizin, her çağın insanına ve hassaten her çağın ehl-i kitabına (kendisini Kitabullah’a nisbet eden ve fakat o Kitab yerine emaniyyeye/kuruntulara, atalar kültü ve kültürüne, zanna tâbi olanlara) dâveti bu yöndedir: 

“De ki: ‘Ey ehl-i kitab! Aramızda ortak olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi şerik koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi rab edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şahit olun ki, biz Müslümanlarız’ deyin.” (Âl-i İmran, 3/64)

Evet, Müslüman/Müslim olmak; kula kulluk zilleti yerine, yalnızca Âlemlerin Rabbi’ne kulluk izzetini tercih etmek demektir. İnsanın, kendi hevasını veya başkalarının hevasını itaat mercii kılma alçalışı yerine, yaratan, yaşatan ve emreden yegâne hak İlah ve Rabbe itaatle tertemiz bir hayat ve neticesinde tertemiz olarak cennet kapılarında selam ile karşılanması demektir:

“Takva sahipleri ise bölük bölük cennete iletilirler. Sonunda oraya gelip kapıları açıldığında, (cennetin) bekçileri onlara: ‘Selam olsun size. Hoş, temiz geldiniz. İçinde ebedi kalmak üzere girin oraya’ derler. Onlar da şöyle derler: Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamdolsun. Ki cennetten dilediğimiz yere konaklayabiliyoruz. Çalışanların ecirleri ne güzelmiş.” (Zümer, 39/73-74)

İşte, yalnız Âlemlerin Rabbi’ne kulluk sayesinde fert ve toplum olarak tertemiz, izzetli bir hayat yaşamak ve bu hal üzere, râzı olup râzı olunmuş olarak Rabbimize dönmek[1]; ancak O’nu kendisinin bize tanıttığı gibi tanımakla, isim ve sıfatları konusunda ilhada düşmemek, zâtında olduğu gibi isim ve sıfatlarında da O’nu gerçek anlamda birlemekle mümkündür. İslam’ın temeli tevhid akidesi, tevhid akidesinin temeli de budur.

Esmâ’ül Hüsna’yı, Tevhidin Temeli Olan Mulûkiyyet/Egemenlik Öğretisi Çerçevesinde Kavramalıyız

“İsim ve sıfat tevhidi” kavramsallaştırmasından kasıt; Âlemlerin Rabbi’ni yalnızca kendisini bize onlarla tanıttığı isim ve sıfatlarıyla tanımak ve isim ve sıfatlarını yalnızca O’na has kılmaktır. Aksi durum, insanlık tarihindeki temel sapma olan; Rabbimizi gereğince takdir edememek[2], O’nun isim ve sıfatları konusunda ilhada düşmek[3] ve böylece O’na şerikler koşmak, O’nun yanı sıra başkalarını endâd edinmek olacaktır.

Esmâ’ül Hüsna konusunda temel bir bilgi olarak, Rabbimizin özel ismi olan “Allah” lafza-i celâli dışında tüm isimlerin, Rabbimizi nitelemeleri sebebiyle önce sıfat, sonra isim olduklarını daha önce belirtmiştik. Dolayısıyla da Esmâ’ül Hüsna’yı öğrenip kavramaya çalışmak, Rabbimizi tanımaya çalışmak demektir ki bu, tüm mü’minler için farz-ı ayn hükmünde bir mükellefiyettir.

İnşallah ileride üzerinde ayrıntılı şekilde duracağımız üzere, Rabbimizin isim ve sıfatlarını öğrenmeye, kavramaya çalışmak demek de, hâlihazırda olduğu gibi Tirmizi’nin konuyla ilgili aktardığı listeyi ezberlemek ve yaygın şekilde yapıldığı gibi, bu listeyi de hayatla ve güncelle, egemenlik ilişkileriyle bağ kurmadan, bir ayin edasıyla şuursuzca tekrarlayıp durmak değildir.

Kendisini İslam’a nisbet eden insanların yüzde kaçı, Tirmizi ve İbn Mâce’nin “Esmâ’ül Hüsna” listelerinin bizâtihi Rasulullah (a.s.) tarafından düzenlenmediğini, konuyla ilgili meşhur hadise[4] bir ek olarak ya râviler ya da kendileri tarafından eklendiğini bilmektedir? Yine yüzde kaçımız, Tirmizi ve İbn Mâce’nin söz konusu listeleri arasında çok önemli farklar (dörtte bir oranında) bulunduğunu ve ayrıca Müslümanların tarihinde bu iki kaynağın dışında da, birçok “Esmâ’ül Hüsna” listesi düzenlenip neşredildiğini biliyoruz?

Kısacası, Müslümanlar olarak tarihimiz içinde, dinamik bir hayat öğreti ve nizamı olan İslam’ın hemen tüm boyutlarını nasıl ki statik hale getirmiş, Rabbimizin açtığı ictihad kapısını kapatmayı bile başaracak (!) derecede dinamizmden uzaklaşmış isek, az sayıda ilim ehlinin müstesna çabası dışında Esmâ’ül Hüsna konusunda da aynısını yapmışız maalesef. Esmâ’ül Hüsna’yı, Tirmizi’nin ilgili listesine ve onunla irtibatı da ezberleyip, şuursuzca dillendirmeye indirgemişiz.

Oysa inşallah makale serimizin devamında geleceği üzere, ilim tarihimizde Tirmizi ve İbn Mâce’nin listelerine alternatif, Kur’an temelli farklı birçok Esmâ’ül Hüsna listesinin yapıldığı bilinmektedir. Tabi, isim ve sıfatların tesbitinde taklitçi ve ezberci yaklaşım yerine, Kur’an merkezli dinamik bir çabanın varlığı gerekli olduğu gibi, isim ve sıfatların hayatla ve güncelle bağını kurmak, tevhidin temeli olan mulûkiyyet, yani egemenlik öğretisi çerçevesinde gündemleştirmek de son derece önemli ve gereklidir.

Rabbimizin tüm isim ve sıfatları, O’nun kozmik, gayb ve şuhûd âlemi ile Hesap Günü’ndeki biricik egemenliğini bize ta’lim etmektedir. Rabbimizi, kendisinin bize tanıttığı isim ve sıfatlarıyla doğru tanıdığımızda ve bu isim ve sıfatların ifade ettiği vasıfları ancak O’na has kılma bilgi ve bilincine ulaştığımızda, tüm alanlarda hâkimiyetin/egemenliğin O’na has olduğunu, mulûkiyyetinde ortağı olmadığını kavramış oluruz.

Esmâ’ül Hüsna Bilgi ve Bilinci, Bizi Yalnız Allah’a Kul Olma İzzetine Kavuşturur

O’nun el-Melik sıfatı; kozmik âlem, gayb ve şuhûd âlemiyle bütün bir evrende egemenliğin O’na ait olduğunu bize öğretir. Rabb’us Semâvâti vel Ard sıfatı; insanlık tarihinde yaygın bir ilhad biçimi olarak karşımıza çıkan ve günümüzün de başat şirk anlayışlarından biri olarak varlığını sürdüren “gök tanrı/göklerin rabbi” algısına karşın, Yüce Allah’ın göklerin olduğu gibi yeryüzünün de Rabbi olduğunu, göklerde olduğu gibi yeryüzünde de yegâne hak melikin O olduğunu bize ifade eder.

El-Alîm, Allâm’ul Ğuyub, el-Basîr, Es-Semî, El-Muktedîr, el-Mûcib, er-Rahman, er-Rahîm, el-Ğafur, Et-Tevvab, el-Afuvv, el-Kahhar gibi sıfatları, gayb âleminde egemenliğin (tasarruf yeti ve yetkisinin) ancak O’na has olduğunu, O’ndan başka hiçbir varlık ve kimsenin gayb âleminde tasarruf/egemenlik sahibi olmadığını, bu konuda tasavvuftaki “ricâl’ul gayb” anlayışının ifade ettiği gibi, Allah’ın yanı sıra (hâşâ) alt veya aracı “yarı ilahlar” bulunmadığını bize öğretir. Yine, Rabbimizin El-Karîb sıfatı, O’nun kullarına uzak değil yakın olduğunu[5] (Kaf sûresi 16. ayetin ifadesiyle şah damarımızdan da yakın) bize ta’lim eder.

Bu ve benzeri, gayb âleminde tasarruf ve egemenlik yeti ve yetkisinin ancak Rabbimize has olduğunu, O’nun, kullarına yakın olduğunu ve dolayısıyla dua ve ibâdette O’na doğrudan yönelip, O’nunla aracısız olarak irtibat kurulması gerektiğini kavrayan insanlar, kadim câhili anlayışların ürettiği “uzak ilah” anlayışının sonucu olarak o “uzak ilaha” ulaşmak için peydahlanan ve “gavs”, “kutub” gibi isimlendirmelerle ifade edilen “yarı ilahlar”a yönelmek, onları ta’zim ederek hoşnutluklarını kazanmaya çalışmak, onlardan gaybi anlamda medet ummak gibi şirk akide ve eylemlerinden beri olur, böylece kula kulluk zilletinin bu boyutundan da uzak durmuş olurlar.

Es-Semî, el-Basîr, el-Alîm, el-Kadîr olanın yalnızca Âlemlerin Rabbi olduğu, dolayısıyla gayb âleminde O’ndan başka hiç kimsenin tasarruf sahibi olamayacağı bilinciyle, aynı zamanda arraf, kâhin, falcı, büyücü, cinci, üfürükçü gibi gayb istismarcılarının elinde oyuncak olma ve hem maddi hem manevi açıdan sömürülme zilletinden de kurtulmuş olurlar.

Bu noktada, bazı Kur’an meallerinde yapılan bir hataya dikkat çekmekte fayda görmekteyiz. Kur’an’da ism-i tafdil kalıbıyla el-Alîm, el-Basîr şeklinde “Her şeyi eksiksiz bilen”, “Her şeyi eksiksiz gören” anlamına tekâbül edecek şekilde geçen Rabbimizin sıfatları, ism-i tafdil anlamını karşılamayacak şekilde “O bilendir, işitendir” gibi ibarelerle karşılanabilmektedir. Bu tür çeviriler, Rabbimizin ilgili isim-sıfatlarını karşılayamamakta, O’nun, zâtında olduğu gibi sıfatlarında da eşsiz oluşu gerçeğini vurgulamaktan aciz kalmaktadır.

Mâlumdur ki Rabbimiz, yoktan var ettiği insanoğlunu da, görür, işitir, bilir kılmıştır. Ancak insanın görmesi, bilmesi, işitmesi vs son derece sınırlıdır. İşte Rabbimizin ilgili isim-sıfatlarının ism-i tafdil ile gelmesi, bu önemli farkı ifade etmektedir. Kur’an’da yer alan “Külli şey’in kadîr”[6], “Külli şey’in alîm”[7] gibi terkipler de aynı farka işaret etmektedir.

Esmâ’ül Hüsna’yı, tevhidin temeli olan egemenlik öğretisi çerçevesinde kavrama noktasında, kozmik âlem ve gayb âleminde egemenliğin yalnızca Âlemlerin Rabbi’ne has olduğunu belirttik ve gayb âleminde O’ndan başka bir kimsenin egemenlik ve tasarruf sahibi olmadığı akidesinin, bizi kula kulluğun “ricâl’ul gayb” olarak ifade edilen “aracı yarı ilahlar” boyutundan selamette kılma niteliğine değinmiş olduk. Diğer egemenlik alanları olan şuhûd âlemi (dünya hayatı) ve Âhiret / Hesap Günü konusunda da Rabbimizin isim ve sıfatlarını doğru kavramanın bizi kula kulluk zilletinden nasıl selamette kılacağını kısaca izah etmeye çalışalım.

Rabbimizin el-Melik, el-Hakem, el-Hakîm, er-Reşîd, el-Hâdi, Rabb’us Semâvâti vel Ard, Mâlik’ül Mülk gibi sıfatları, bize insanların ferdi ve ictimai hayatları ve siyasi, iktisadi tüm egemenlik alanlarında hükmün, emretmenin, yol göstermenin, kısacası egemenliğin ancak Allah’a ait olduğunu, O’na has kılınması gerektiğini ifade etmektedir.

İnsanlık tarihinde ve bugün, kula kulluğun en yaygın ve etkin biçimi bu alanda yaşanmış, yaşanmaktadır. Dünya hayatını, ferdi ve ictimai tüm boyutlarıyla itaat kavramıyla özetlemek mümkündür. Evet, hayat bir itaat sürecidir. İnsanlar, fert olarak da, toplumlar olarak da mutlaka itaat üzere bulunmaktadırlar. Ya kendilerini yaratan ve yaşatan Âlemlerin Rabbi’ne, ya da kendi hevaları veya başkalarının hevalarına itaat üzere…

Rabbimiz, insanın kendi hevasına itaat üzere yaşamasını, yani hevası nasıl istiyorsa öyle yaşamasını, “hevayı ilah edinmek” olarak nitelemektedir, bilindiği üzere.[8] Aynı şekilde, başkalarının hevalarına, hevalarına dayalı olarak ortaya koydukları ölçülere, hükümlere tâbi olmayı da, onları rab ve ilah edinmek olarak ifade etmekte ve biz kullarına, yalnız kendisini rab edinerek, kula kulluk zilletinden uzak durmamız çağrısını yapmaktadır.[9] Rabbimiz, akletmemiz, fehmedip fıkhetmemiz için şu soruyla bizi başbaşa bırakmaktadır:

“Onlar hâlâ câhiliye hükmünü mü istiyorlar? Kesin bilgiyle iman eden bir toplum için, hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide, 5/50)

Kitab-ı Kerim bize öğretmektedir ki, hayat itaat ve itaatsizlikten ibarettir. İlk inzal olunan sûrelerde mü’minlere yönelik emirler arasında, mükezziblere, tağilere itaat edilmemesi emirlerinin yoğunluğu[10] ve yine Kur’an boyunca Allah’a ve Rasulüne itaatin[11] vurgulanması, hayatın Allah’a ve Rasulüne itaat etmeyen mercilere itaatsizlik ve Allah’a ve Rasulüne itaatten ibaret oluşunun açık belgeleridir.

İşte, Rabbimizi ilgili esmâsıyla doğru tanımak ve O’nun, bu esmâsında ortağı olmadığını bilmek, hükmün, yol göstermenin, emretmenin ancak O’na has olduğunu kavramayı ve dolayısıyla tağutlara, mükezziblere, müstekbirlere itaat/kulluk etme zilletinden selamette olmayı netice verir, bizi yalnız Allah’a kul olma izzetine kavuşturur.

Hakeza, Rabbimizin Mâliki Yevm’iddin sıfatı, bize Hesap Günü hükmün ancak O’na ait olduğunu, o gün insanları, dünyada yapıp-ettikleri, elleriyle kesbettikleri ile adaletle yargılayıp adaletle hüküm vereceğini bize ifade etmekte ve dolayısıyla Allah’tan başkalarını o gün için etkili, belirleyici merciler, şefaatçiler edinip, onlardan medet/şefaat dilenmek, onları hoşnut kılmaya çalışmak gibi kula kulluk ameliyelerine düşmekten bizi muhafaza etmektedir.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“O gün mülk (hükümranlık) yalnız Allah'ındır. Aralarında O hüküm verir. Artık iman edip sâlih ameller işleyenler nimetlerle dolu cennetlerdedirler.” (Hac, 22/56)

“O gün, kimse kimseye bir şey sağlamaya güç yetiremez. O gün emir yalnız Allah'a aittir.” (İnfitar, 82/19)

“Her ümmetin bir Peygamberi vardır. Peygamberleri (hesap günü şahitlik için) geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez.” (Yunus, 10/47)

“Melekleri görürsün ki, Rablerini hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Artık o gün insanların aralarında adaletle hükmolunmuş ve ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun’ denilmiştir.” (Zümer, 39/75)

Kur’an, her egemenlik alanında olduğu gibi, Hesap Günü’nde de egemenliğin, hükmün yalnız âlemlerin Rabbi’ne ait oluğunu çok açık şekilde ifade ettiği, şefaatin tamamının Allah’a ait olduğunu  belirtip, Rasulullah (a.s.)’a hitaben de açık olarak “Hakkında azab sözü hak olmuş olanı, ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?” (Zümer, 39/19) sorusunu sorduğu halde,

Mekke câhiliyesinin Emevilerin fasid kanatları altında, özellikle de üretilen rivayetler üzerinden “İslami” bir kılıfa büründürülerek adım adım yeniden diriltildiği süreçte yeniden canlandırılıp Müslümanların algısına dahil edilen iltimas anlamındaki şefaat anlayışının, nasıl bir kula kulluk neticesi ürettiğiyle ilgili ibretlik bir misal olarak, bir yazarın, Türkiye’deki güçlü bir tarikatın idarecileriyle yapmış olduğu görüşmede geçen diyaloğu zikretmek istiyorum.

Tarikatın şeyhinin de hazır bulunduğu söz konusu görüşmede, tarikatın idarecilerinden biri şu ifadeleri kullanıyor: “Biz burada şeyh efendi ile iyi geçiniyoruz ki, belki âhirette eteğinden tutarız, belki bize faydası dokunur.” Bu söz üzerine sorulan“Size şefaat edeceğini mi söylüyorsunuz?” sorusuna cevaben ise, şunları söylüyor: “Neden olmasın? Büyük şeyh Mustafa İsmet Garibullah, Risale-i Kudsiyye’sinde şöyle buyurdu: Ebu Bekir’e varıncaya kadar bütün silsileden yardım istemeyi âdet et. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme vararak ondan da yardım iste. Şeyhini şefaatçi, aracı kıl ki, seni sevinçle doldursun.”[12]

Görüldüğü üzere, gayb âleminde Allah’tan başkalarının da tasarruf sahibi olduğuna, (hâşâ)  duaları işitip onlara icâbet edebilecek vasıflara sahip bulunduğuna, hakeza Hesap Günü, Rabbimizin “o gün adaletle hükmetme” ilkesinin hilafına olarak, bazı kimselerin o gün şefaatle insanlara fayda verebileceğine inanılınca, bu faydayı elde etmek gayesiyle o kimselerin hoşnutluğu kazanılmaya çalışılmakta, onlara ta’zimde bulunulup onların ruhaniyetlerinden (!) istimdad dilenilmeye yönelinmekte ve böylece kula kulluğun zillet bataklıklarına dalındıkça dalınmaktadır.

İşte, Rabbimizin bize esmâsıyla öğrettiği tevhid akidesi bizi kula kulluğun diğer çeşitlerinden olduğu gibi, bu çeşidinden de korumakta, yalnız O’na kullukla izzetli bir hayat ve izzetli bir akıbet imkânına bizi kavuşturmaktadır.


[1] “Ey mutmain olmuş nefis! Sen O'ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. Gir kullarımın arasına ve gir cennetime.” (Fecr, 89/27-30)

[2] “Onlar, Allah’ı gereğince takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah, kaviyydir (güç, kuvvet sahibidir) ve azîzdir (üstündür.)” (Hac, 22/74; Ayrıca bkz: En’am, 6/91; Zümer, 39/67)

[3] “En güzel isimler Allah'ındır. O'na onlarla dua edin ve O'nun isimleri hakkında ilhada sapanları bırakın. Onlar, yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (A’raf, 7/180)

[4] “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Bunları ezberleyen/sayan kimse cennete girer.” (Buhari, Da‘avât, 68; Tevhid, 12; Müslim, Zikr, 2; Tirmizi, Da‘avât, 82; İbn Mâce, Duâ, 10)

[5] “Kullarım sana benden sorarlarsa, (bilsinler ki) ben onlara yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına icâbet ederim. Şu halde çağrıma kulak verip bana iman etsinler. Umulur ki, irşad olurlar.” (Bakara, 2/186)

[6] Bkz: Bakara, 2/20, 106, 109 vb

[7] Bkz: Bakara, 2/29, 115, 231 vb

[8] Bkz: Furkan, 25/43; Câsiye, 45/23

[9] Bkz: Âl-i İmran, 3/64; Tevbe, 9/31

[10] Bkz: Alak, 96/19; Kalem, 68/8, 10-14 vb

[11] Bkz: Âl-i İmrân, 3/32; Nisa, 4/59; Enfal, 8/1 vb

[12] Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, Sh. 148, Süleymaniye Vakfı Yayınları

(Not: Bu makale, İktibas Dergisinin Eylül 2021 sayısında yayınlanmıştır.)

 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN