MÜ'MİN İLE MÜRİD FARKI

Şükrü HÜSEYİNOĞLU

09-04-2018 10:42


Tasavvufla özdeşleşen “mürid” terimi, zaman içinde kelime anlamından çok farklı, hatta tam tersi bir karşılık kazanmış bir terimdir. Kelime anlamı olarak “irade eden, irade sahibi kimse” demek olan mürid kelimesi, tasavvuf kültüründeki terimleşme sürecinde “günahları terk etme konusunda irade sahibi olan”, “Hakk’a giden yolda kararlı ve sağlam bir irade ortaya koyan kişi” gibi, kelime anlamıyla da uyumlu manalardan, giderek bugün kastedilen şekilde “iradesi olmayan kul”, “iradesini Allah’ın ve mürşidinin/şeyhinin iradesine teslim eden kişi” manalarına evrilmiştir.

Tasavvuf düşüncesinde Allah’ın iradesini, insanlar için ne irade ettiğini en iyi bilen de mürşid/şeyh olduğuna inanıldığından dolayı, nihai anlamda mürid “iradesini mürşidinin/şeyhinin iradesine teslim eden kişi” olarak karşılığını bulmuştur. Terimin bu tarihsel dönüşüm süreciyle ilgili olarak TDV İslam Ansiklopedisi’nin “Mürid” maddesinde Süleyman Uludağ ayrıntılı bilgi vermektedir.

Bugün sözlüklere bakıldığında terimin şu şekilde karşılık bulduğunu görmekteyiz: “Tarikatta bir mürşide ya da şeyhe bağlanan, iradesini Allah’ın ve şeyhin iradesine teslim eden kimse, fakîr, derviş.”[1] “1. İradesi olan, emreden, buyuran. 2. (tasavvuf anlamı) İradesi olmayan, Hakk’ın ve mürşidinin iradesine tâbi olan, iradesini şeyhine teslim eden, tarikata girip bir şeyhe bağlanmış bulunan, tarikat yolcusu, derviş, müntesip, mensup. 3. (mecazen) Bir üstada bağlı olan, tilmiz.”[2]

Bugün herhangi bir “Tasavvuf Adabı” kitabına baktığınızda şu maddeyi görürsünüz:”Mürid, şeyhinin yanında gassalın elindeki meyyid gibi olmalıdır.” Mesela Türkiye’de Nakşibendiliğin önemli temsilcilerinden Mehmed Zahid Kotku “Tasavvufu Ahlak” adlı kitabında “Mürîde Lâzım Olan Âdâb ve Şerait” bölümünde şöyle demektedir: “Mürîd şeyhinin terbiyesinde, gassalin elindeki ölü gibi olmalıdır ki, o şeyh, mürîde istediği gibi hareket edebilsin.”[3]

Tasavvuf kültürünün üzerine bina edildiği mürşid-mürid ilişkisive bu ilişkinin en temel adabı durumundaki “mürşide/şeyhe sorgusuz-sualsiz bağlılık” konusunda tasavvuf kitaplarında “Şeyhin fiillerinden herhangi birine itiraz etmemek lazımdır. Olabilir ki şeyh o fiilini bir hikmet tahtında veya imtihan maksadıyla yapmıştır” gibi ibretlik yaklaşımlar serdedilmiştir.

Rabbimizin Kitab-ı Keriminde Tevbe Sûresi 31. ayette açık olarak “ruhban ve ahbarlarını (din bilginlerini) rab edinmek” olarak nitelendirdiği[4] bu körü körüne tâbi olma yaklaşımını üstelik yukarıda söz ettiğimiz şekilde pervasızca savunan tasavvuf ehli, bu sapkın yaklaşımlarını meşrulaştırmak için de Kehf Sûresi’nde anlatılan kendisine ilim verilmiş kul ile Musa (a.s.) kıssasına[5] dayandırmaya kalkışmaktadırlar, ki böylece bir yanlışlarına meşruiyet sağlamak adına terazinin ayarlarıyla oynamak diyebileceğimiz daha da büyük bir yanlışa yönelmektedirler.

İlgili kıssanın anlatıldığı Kehf Sûresinin 65. Ayette Rabbimiz, Musa (a.s.)’ın karşılaşıp yolculuk yaptığı kendisine ilim verilmiş kulu şöyle vasfetmektedir: “Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet  vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”

Mürşide/şeyhe körü körüne tâbi olmak şeklindeki, Kur’an açısından kula kulluk, kulu rab edinmek demek olan bir yanlışa meşruiyet sağlamak gayesiyle Kehf Sûresindekibu kıssayı dayanak göstermeye kalkışmak, görüldüğü gibi açık şekilde tasavvuf şeyhlerine “Allah’tan doğrudan ilim alan insanlar” payesi vermek demektir ki, zaten maalesef tasavvuf kültüründeki “keşf” ve “marifet” gibi kavramlar ve “ledun ilmi” gibi tanımlamalar bunu ifade ve iddia etmektedir.

Evet görüldüğü gibi tasavvuf kültüründe müridin şeyhine körü körüne tâbiyet ve teslimiyetini ifade eden şeyh-mürid ilişkisi “dini bir gereklilik” olarak algılanmakta ve öylece uygulanmaktadır. Tasavvuf kültürü yaşatıldığı sürece de maalesef bu böyle olmaya, insanlar din adına iradesizleştirilmeye ve kendileri gibi bir beşer, bir kul olan şeyh veya mürşid payesi verilmiş kişileri rableştirmeye devam edeceklerdir en yazık ki.

Bizim bu makalede asıl üzerinde durmak istediğimiz konu ise, tarihsel süreç içinde tasavvuf kültürü bünyesinde şekillenen anlamıyla müridliğin ve insanların müridleştirilmesi sorununun sadece tasavvuf çevreleriyle sınırlı olmadığı gerçeğidir.

Rabbimizin bahşettiği akıl nimetiyle, yine Rabbimizin vahiyle bildirdiği ve Rasullerinin bu vahye dayalı hayatıyla müşahhaslaşan ölçüleri hayatı anlama ve yaşama cehdi göstermek yerine, başkalarının akıllarına tâbi olarak yaşama sorunu, geçmişten bugüne dini bir mahiyette olabildiği gibi seküler mahiyette de kendini, göstermiş ve göstermektedir.

Bugün yüzmilyonlarca insan, tağutların peydahladığı bâtıl ideolojiler veya bunlara dayalı müfsid hayat biçimleri üzerinde rüzgarda sürüklenip giden yaprak misali süreklenmekte, tıpkı tasavvuf kültürünün “gassalın elindeki meyyid” tanımlamasındaki gibi yaşayan ölüler olarak tağutların medya vediğer  illüzyon araçlarında kendileri için belirlediği istikamette yaşayıp gitmektedirler.

İşte dini ve seküler anlamda kuşatıcı biçimde yaşanan bu müridlik ve müridleşme sorununa yeryüzünde direnebilecek yegâne insan grubu Mü’minlerdir. Zira her çeşidiyle müridlikten ve müridleşmekten uzak kalmak ancak Rabbimizin hidayet rehberi vahiyle doğrudan muhatap olma bilinciyle mümkündür ve bu bilinç de ancak Mü’minlerde, Rabbimize gereği gibi, hâlis, arı-duru, katışıksız bir yönelimle kul olma kararlılığına sahip insanlarda vardır.

Şu gerçeği tesbit ve kabul etmek zorundayız ki, bugün kendisini İslam’a nisbet eden insanlar açısından müridlik ve müridleşme sorunu, müridliği bir sorun değil paye olarak gören tasavvuf çevreleriyle sınırlı değildir. Aksine tarihsel süreçte kazandığı “iradesini şeyhinin iradesine teslim eden kimse” anlamıyla son derece yaygın bir sorun durumundadır. Yalnızca burada değişen, tasavvuftaki şeyhin yerini hoca, ağabey, lider konumundaki kişilerin alıyor olmasıdır.

Müslümanların cemaatleşmesi, birlikte ruku edenler, secde edenler olarak Allah’ın dinini yaşayıp topluma taşımaya çalışması Rabbimizin emridir ve İslam’ın fert kalarak yaşanamayacak bir din olduğu çok açıktır. Burada mesele, cemaatleşmede başından sonuna kadar Kur’ani/Nebevi ilke ve ölçülerin mi, yoksa lider olarak kabul edilen kişilerin dönemsel tercihlerinin mi belirleyici, yönlendirici olacağıdır.

İşte bu temel sorunun “Tabii ki Kur’ani/Nebevi ilke ve ölçüler” şeklinde doğru olarak cevaplandırılması ve bu cevabın sonuna kadar arkasında durulabilmesi için, Rasulullah (a.s.) önderliğinde ilk Kur’an neslinin meydana getirdiği gerçek anlamda ilim toplumu niteliğinin iyi anlaşılması ve bugünün Müslümanlarınca çağa taşınması gerekir.

Daha risaletin başında “Okumak”, “Kalemle yazmak”, “Bilmediğini öğrenmek”, “Bildiğini öğretmek” gibi ilimle ilgili emirlere muhatap olan sonrasında da “Hakkında bilgi sahibi olmadığı şeyin ardına düşmekten men edilen”[6], ümmî değil kitabî bir imana dâvet ve teşvik edilen[7] bir ümmetin, tarihsel süreçte kitabîlikten (fert fert Rabbimizin muhatap kıldığı Kitab’ı mehcur bırakarak taklitçiliğe ve müridliğe düçar olarak) ümmîliğe rücu etmiş olması sorunun temelidir.

Meselenin bir başka boyutu da, Kur’an’la doğrudan muhatap olma bilincine kavuşmuş çevrelerde de maalesef fertler bazında müridlik ve müridleşme sorununun tam olarak ortadan kalkmadığını müşahede ediyor olmamızdır. Özellikle son dönemlerde Türkiyeli Müslümanlar arasında yaşanan ve bizim “istikamet krizi” olarak nitelendirdiğimiz değişim ve dönüşümlerde, bu sorunun etkili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yıllarca Kur’ani/Tevhidi ölçü ve ilkeleri savunan çevrelerde ilk başta hoca, ağabey düzeyinde başlayan çözülmeler kısa sürede bütün bir çalışmaya sirayet ediyor ve kısa sürede topluca bir makas değişimi yaşanıyorsa (ki son yıllarca birçok çevrede bu olumsuz durumun yaşandığına şahidiz) burada Kur’an’la doğrudan mutap olma bilincine ulaşmış ve ilim toplumu olma vasfını kazanmış Müslümanalrın birlikteliğinden ziyade, tıpkı tasavvuf kültüründeki gibi maalesef bir şeyh-mürid ilişkisinden söz etmek gerekecektir.

Rasulullah (a.s.) ve onun yetiştirdiği ilk Kur’an neslinin bu konudaki örnekliği birçok yaşanmış hâdiseyle bilinmektedir. Allah’ın elçisine bile körü körüne tâbi olmayan, vahyin ölçülerini her daim diri ve taze tutarak onlarla hakkı ve sabrı tavsiyeleşen bir toplumdu ilk İslam toplumu. Liderle birlikte istikamet ve makas değiştirmek ne kelime, gerekirse kılıçla düzeltmekten söz ediyorlardı. Onlar için cemaat olmak, Kur’ani/Nebevi ölçüler üzere akitleşmekti çünkü. Belirleyici olan bu ölçülerdi, liderlik konumuna getirilen kişiler değil.

Müslümanlar olarak bugün en büyük sorunlarımızdan biri, yıllardır sohbetlerimizde, derslerimizde Kur'an ve Rasulullah'ın ona dayalı örnekliğiyle (Sünnetiyle) birebir tanışarak bu minval üzere bir iman ve amel üzere yaşayan ve bu istikamette sebat eden Mü'min yetiştirmek yerine, abisinin, hocasının ağzına bakan, o ne derse doğru kabul eden ve o nereye dönerse onunla birlikte oraya dönen mürid yetiştirmiş olmamızdır. Bu sebeple dikiş tutturamıyoruz, dönemsel rüzgârlar karşısında istikametini koruyan bir avuç insan olarak kalıyoruz.

Şahsen, sözünü ettiğim makas değişimini yaşayanlardan birkaç kişiye sordum: “Kendisiyle birlikte düne kadar birtakım ilke ve ölçüleri savunduğunuz ve yine onlarla birlikte o ilke ve ölçüleri unutarak/terk ederek düne kadar cahiliye dediğiniz işleyişe destekçi olduğunuz ağabeyleriniz bugün yeniden fikir değiştirse ve ‘Mevcut toplumsal-siyasal yapının cahiliye olduğu tesbitimiz ve cahiliyeden ilkesel ayrışma akidemiz doğru olanmış, bu çizgimizi terk ederek yanlış yapmışız. Tevbe ediyoruz ve eski yaklaşımımıza dönüyoruz’ deseler siz ne yaparsınız? Onlarla birlikte yeniden eski yaklaşımınıza dönmez misiniz?” diye sordum, fakat cevap alamadım.

Mesela, bugün Suriye’deki Esed rejimi ve hâmileri Rusya ve İran’ın gerçekleştirdiği büyük kıyıma kıyım/katliam diyemeyen İran muhibleri, yarın bir gün İran dini lideri Hamaney bu büyük cürümden tevbe edip de, destek verdikleri kâfir Esed diktasının yaptıklarının katliam olduğunu kabul ve itiraf edecek olsa, onlar da aynısını yapacaklardır.  

Yukarıdaki sorumuzun cevabı ve İran muhibleri üzerinden verdiğimiz misalin sebebi açıktır. Ortada Mü’mince bir kavrayış ve duruş değil de, maalesef müridce bir yaklaşım ve sürüklenme hali olduğu aşikar ve müridlerin de rüzgarın önündeki yaprak gibi savrulması kaçınılmazdır. Savrulanlardan olmamanın yolu ise, Hakkın hatırını ve bildirdiği hayat menbaı ölçüleri her şeyin üzerinde kabul eden ve onlardan asla ödün vermeyen Mü’min olma bilincine kavuşmakta ve onda sebat etmektedir.

DİPNOTLAR:

[1] Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz, Sh. 274-275, Vadi Yayınları

[2] Büyük Türkçe Sözlük, D. Mehmet Doğan, Sh. 1201, Pınar Yayınları

[3] Tasavvufi Ahlak, Mehmed Zahid Kotku, C. 2, Sh. 218, Seha Neşriyat

[4] “Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i kendilerine rab edindiler. Oysa tek bir ilah olan Allah'a kulluk/ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. O, onların ortak koştuklarından yücedir.” (Tevbe, 9/31) Bu ayetle ilgili olarak Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır tefsirinde şunları ifade etmektedir: “Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki: "Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı, -ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve Hristiyandı- Resulullah (asv) Berâetün (Tevbe) Sûresi'ni okuyordu, bana "Ya Adiy şu boynundaki veseni at." buyurdu. Ben de çıkardım attım. "Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler." anlamına olan âyetine geldi, ben: "Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi." dedim. Resulullah buyurdu ki: "Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?" Ben de "Evet" dedim. "İşte bu onlara ibadettir." buyurdu.  Rebi' demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğullarında nasıl idi?" diye Abdul'âliye'ye sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı." dedi. Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona "rab" adını vermiş olmak şart değildir. Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 4, Sh.317-318, Azim Yayınları)

[5] Bkz: Khef, 18/60-82

[6] “Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme. Şüphesiz kulak, göz ve kalb, bunların tümü ondan sorumludur.” (İsrâ, 17/36)

[7] “Onlardan bir kısmı ümmidir. Kitabı bilmezler, bütün bildikleri emaniyyeden/kuruntulardan ibarettir ve onlar yalnızca zannederler.” (Bakara, 2/78)

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Nisan sayısında Yayınlanmıştır.)

YORUMLAR
  • hızır    11-04-2018 09:51

    Allah razı olsun kardeşim. Bir akrabam nakşi koluna mensup bayan hocayla konuşurken! "sen ledun ilmi ne olduğunu bilirmisin"? Bende normal ilmi anlamaya çalışıyorum. Havada uçacak,denizde yüriyecek vs. Ben yerde yüriyecek ilmi öğrenmeye çalışıyorum dedim. Maalesef şeyhleri müridlerini böyle kandırmaktalar. Normal insandan böyle uçuk kaçık meziyetler olursa bu tekkeye mürid çok bulunur.

Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN